Bizde Eksik Olan Ne? – Adnan Binyazar

Bizde Eksik Olan Ne?* 

Çağdaş olmayı başka toplumların vardığı kültürel doruklara bağlamak, bunun uygarlığın ölçüsü olduğunu savunmak, toplumların kendi yapılarındaki değişkenlerden dolayı inandırıcı olmaz. Bu yönden  Atatürk’ün  “çağdaş uygarlık düzeyi” sınırlamasıyla yetinmeyip, hedef olarak “çağdaş uygarlığın üstü”nü göstermesi anlamlıdır. Çünkü, gelişmede, toplumlar, varılmış noktaya ulaşmakla değil; ancak, uygarlığın gerektirdiği aşamalara varmakla çağlarına katkıda bulunabilirler. Atatürk’ün çağdaşlık konusunda belli bir model ortaya koymayıp, ulusal kaynakları öne çıkarması buna bağlanabilir.

Çağdaşlık, Batı toplumlarının ulaştığı aşamaları, tarih ve toplumbilim açısından bilinçle kavrayıp izlemeyi gerektirir. Bu da, toplumların kendi ulusal kültür birikimlerini bilinçle değerlendirip, o birikimleri gelişmelerinin kaynağı yapmakla gerçekleşebilir. Türk kültür devrimi açısından, Atatürkçü ulusalcılık, dar bir “milliyetçilik” anlayışı değil, kültürel ve toplumsal kurumlarıyla ulusal birikimleri çağın gereksinimlerine göre geliştirme atılımıdır. Bizde ise, ulusal kültür kaynaklarının derinliğe inileceğine, düşünceden tekniğe, sabattan toplumsal yapılaşmaya, Batı’nın yaptıkları başarı sayılmıştır. Avrupa’da var olanı gözü kapalı kabul ediş anlamına gelen “Batı hayranlığı”, bu nedenle ilerici düzeydeki farklı düşünce odaklarınca bile eleştirilmiştir. Oysa, Atatürk, 10.Yıl Söylevi’nde Türk milletinin zekasını, çalışkanlığını, güzel sanatlardaki  yeteneğini öne çıkarırken, insanımızın bu yetileriyle yarattığı ulusal kültür varlığını, inançlı sesiyle bütün dünyaya duyuruyordu. Bu sözlerin dip  anlamında, Kurtuluş Savaşı kazanmış bir ulusun, dünyaya sunduğu barış elinin sıcaklığı gizlidir.

Batı gelişmeye insanı ölçü alarak başlamıştır. İnsanı ölçü almak, onu yaşamıyla, kültürüyle kökünden koparmadan, yeniden var etmektir. Andre Malraux, “Bir insanda bütün insanlığın halleri vardır,” derken, birey olabilmenin erdemini vurguluyor. Avrupa’da eski Yunan’dan aydınlanma çağına, kültürel kurumlaşmada ve yenilik girişimlerinde, “insan” kavramının anlam alanı genişletilmiştir. Yeniden doğuş (Rönesans), insanı araca dönüştürüp  egemenlerin kölesi kılan köhne kurumlaşmaların karşısına, düşünmenin ve yaratmanın devrimi sayılan “Her şeyin ölçüsü insandır!”ilkesini koymuştur. Kültür, insan yaratmanın somut üretimi olduğuna göre, Erasmus, Voltaire ve Sartre gibi çağdaş kafalar, her dönemde insanın ölçü dışı bırakıldığı uygulamalara karşı çıkmıştır. Çağımızda sorun, insanı ölçü almakla, insanlığı ölçü almak arasındakiince ayrımda düğümlenmektedir. Daha yüzyılımızın başında,  Atatürk,  insanlararası  dayanışmanın  temel   yasasının  ilk     maddesi olabilecek  “yurtta  barış,  dünyada  barış”  sözüyle,  insan  kavramını “insanlık” kavramıyla özdeşleştirmiştir. Gene de, bugün bile, dünyaya “ben”i önde  tutan bir anlayış egemendir. Örneğin, Avrupa Birliği adaylığımızı kutlayan Clinton, “Bu karar Amerika’nın da çıkarlarına uygundur,”derken, Atatürk’ün söylediğinin tam tersine, dünyadaki bütün gelişmeleri kendi halkı açısından yorumluyor. Birkaç yıl önce Berlin’e gelen bir Başbakanımız, Almanya’nın ekonomik üstünlüğüne, göz kamaştırıcı yapılarına, coşkulu övgüler yağdırırken, Berlin Belediye Başkanı “Türkiye, alman ticaretinin Orta Asya ülkelerine açılmasında atlama taşı olacaktır. Dostluğumuz bu açıdan önem taşımaktadır,” demişti. Atatürk’ün çağdaş uyarılarına kulağını tıkayan kökten dinci ve ikinci cumhuriyetçilerin Türkiye’nin, O’na ne boyutta kulak vermeleri gerektiği bu örneklerden bile bellidir.

Batı bencilliği, her şeyden önce kendi insanını önde tutmayı öngörür. Berlin Belediye Başkanı bu yargıda bulunurken, büyük aydınlanmacı Goethe’nin halk mantığıyla dile getirdiği “Herkes kendi kapısının önünü süpürürse belediyeye iş kalmaz!”yolundaki  sözünü  aklına  bile  getirmiyordu.  Toplumların,     insanına Goethe’nin ölçüsünü uygulaması, bireyi, dolayısıyla insanlığı yüceltmesinin bir göstergesi olacaktır. Bir toplum, başka bir toplumun insanını yüceltici eylemlerde bulunabilir, ona yardım eli uzatabilir, ama onu yaratıcılığının gerektirdiği düzeyde kalkındıramaz. Kalkındırdığı zaman da, o insan, kendi toplumunun insanı olamaz.

Toplumların yapısı, canlı beden gibidir. Bir nedeni oluşturan gözelerin (hücre) sağlamlığı, bedenin de sağlamlığı demektir. İnsanı birey aşamasında ölçü alarak kendini yaratmış, özgürlüğünü kurmuş, her türlü demokratik ve insan haklarını kişiliğine sindirmiş toplumlar da o ölçüde sağlamdır. Toplumlar, yalnızca insana emek götürmekle gelişmiyor, “birey” olarak insanın kendine emek vermesine olanak sağlamasıyla çağdaşlaşıyor. Erasmus, “Hayvan, hayvan olarak doğar; insan,  insan  olarak  doğmaz;  oluşturulur”  sözüyle  insanı  ölçü  alan  anlayışa aydınlanmacılığın ışığını tutmuştur. Ölçü bu olduğu için, geçmişe yönelirken, aydınlanmacılığın bilinciyle, geçmişteki savaşlar, kahramanlıklar anlatılacağına, ağırlıklı olarak, insanlığın çağdaş gelişmesine, kültürel, sanatsal, teknik, her aşamada yapıp ettiklerine yer verilir. Bu anlamda tarih, insanlık erdemlernin mirasıdır; ancak ilkellikleri unutturmayı başardığı ölçüde nesnelleşip çağına ışık tutabilir. Bizde olduğu gibi, tarihlerine bu nesnelliği sağlayamamış toplumlarda, öc alma duyguları, kan dökücülük, kaba güç, düşüncede ve duyumsamada düzeysizlik, insanın günlük davranışlarına bile yansıyarak, o toplumun çağdaşlaşmasını değil, ilkelleşmesine yol açar.

İnsanı ölçü almanın ilk kuralı, insanı insan yapan koşulları yaratmaktır. Örneği en uç noktadan alalım: Berlin’de bir bankaya giriyorum. Tekerlekli arabaya bağlanmış bir adam, çıkış kapısınına gelmeden, bir düğmeye basınca kapı açılıveriyor. Hiç kimsenin acıma duygusuna sığınmadan, kendi işini kendisi yapıyor. İşte, çağdaşlık da, insan olmak da bu! Kendine yetmek… Toplum, insanını kendine yeticek güvencelere kavuşturuyorsa, devlet de koruyucu görevini  yerine  getirir.  Öte  yandan,  İstanbul’da,  gözlerimin  önüne, görkemli yüksek yapıların köşelerine sığınmış sakat dilenciler geliyor. Yaralanmış ya da kopmuş kol ve bacağını, lösemili yüzünü, insanda yalnızca acıma duygusu yaratmakla kalmayıp, onu onur depremine de yol açacak biçimde gösteren yurttaşlarımızın durumunu düşünüyorum. Umarsızlık içindeki bu insanda yaşama sevinci, insanlık onuru, toplumuna inanç, “birey” olma bilinci, devletin varlığına güven aranabilir mi? Kendine yetebilen, devlete karşı bile boynu büküklük duygusu altında ezilmeyecektir; “devlet baba” deyimini daha da sulandıracak Cumhurbaşkanı’nı bir imparator gibi görüp, onun “Baba” koruyuculuğuna sığınma ilkelliğini göstermeyecektir.

Kendine yetme, insanın güven kaynağıdır. Bizde eksik olan işte bu güven duygusudur. Bu olmayınca, insanımız, bireylik bilincini kavrayıp kendine yetme gücünü gösteremiyor. Bu, insanda, kendi yaratıcı gücüne inançsızlığa yol açıyor. Öz varlığından çok, yapay “babalar”a bel bağlayarak kendini boş umutlara kaptırıyor. Herşeyin ölçüsü insan ise, insanın ölçüsü de, öz benliğine kazandırdığı erdem, toplumunun çağdaşlaşmasına verdiği emektir.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimayis2011

Bunu paylaş: