Kâbus Oturumları – Melih Öncel

Kâbus Oturumları* 

Bu yazı, hayal ürünü olup gerçek kişi, kurumlar ya da olaylarla bir ilgisi yoktur… Belki de vardır…

 

Geçen akşam fena bir rüya gördüm. Kâbus mu desem karabasan mı bilemiyorum. Sizlerle paylaşmak istedim. Memlekette gündem her zamanki gibi çok yoğun. Seçim de geliyor ya, son yıllarda olan her şey bir anda aklıma gelmiş olmalı. Rüyamda tekrar ilkokula dönmüşüm. Bu sefer küçük bir çocuk olarak değil ama. Okul aynı, sıralar aynı; fakat olaylar günümüzde geçiyor. Hepimizi toplamışlar tekrar, kocaman adamlar olmuşuz. Yanımda yine Mutlu oturuyor. Gülerek “ne yapıyoruz abi biz burada?” diye soruyor. Rüyalarda buluşabiliyoruz artık. Keyfini çıkarayım derken öğreniyoruz ki sevgili(!) hükümetim çağırmış bizi. Bugüne kadar neler yaptıklarını, ülke olarak ne kadar geliştiğimizi anlatacaklarmış. Haydi, buyur bakalım! Bekliyoruz başımıza neler gelecek diye. O sırada kapıdan içeri devlet bakanı ve başbakan yardımcısı zat-ı muhterem giriyor. Rüyada bile rahat yok iyi mi?!

Başlıyor konuşmaya. Sevgili öğrenciler, hoş geldiniz, beş gittiniz laf ve salatalarıyla söze giriyor. Ya henüz anlamadı bizim normal öğrenciler olduğumuzu ya da bizi meydanlarda dayak yiyen (ve bazılarına göre yemeği hak eden) öğrencilerden çok cumhurbaşkanıyla yemek yemeği hak eden lüks otomobil sahipleri olarak görüyor.

Ekonomiden bahsediyor ilk başta. Yeşil sermaye ile büyüyen namuslu insanlar kadar anladığım da yok ekonomiden ama az çok biliyorum kapitalizm denen illetin bir halta yaramadığını. Sevgili bakanım, -zengin daha da zenginleşir, fakir daha   da   fakirleşirken   ve   aradaki   uçurum   daha   da   açılırken-   ekonomik büyümeden bahsediyor ve oldukça başarılı olduğumuzu söylüyor. Rüya benim rüyam ya, dayanamıyorum araya giriyorum: “peki ya işsizlik? Çocuk işçiler? 2009 yılında ölen binden fazla işçi? Sadece patronları zenginleştiren taşeronluk ve maliyeti düşürmek için hiçe sayılan işçi hakları?” Bakan Bey, yanlış rüyaya girmiş olmalıyım diye düşünürken aslında pek de etkilenmiş görünmüyor. Sonuç olarak o da biliyor memlekette açlık sınırının 800–900 lira ve yoksulluk sınırının 2500–3000 lira arasında olduğunu.

Yargı bağımsızlığından söz açılıyor. Adaletin işlediğini söylüyor. Ve çetelere karşı demokrasi için savaşıldığından bahsediyor. Yine atlıyorum ortaya: “ya  içeri alınan onlarca gazeteci? Siyasetimiz “özgürleşirken”; basın, özgürlüğünü mü yitiriyor yoksa? “Çete üyesi” denilen insanlara sorulan sorular yaptıkları haberler, yazdıkları kitaplarla ilgili. Silahlı örgüt kurmanın kanıtı bu mu sizce?” Bana cevap olarak İçişleri Bakanının sözlerini hatırlatıyor: “basın özgürlüğü açısından ABD’den daha ilerideyiz!”. Yandaş medya sayısının batıdan  daha fazla olduğundan bahsediyor sanırım diye düşünüyorum. Ve soruyorum tekrar: “Peki Hrant Dink öleli kaç sene oldu? Adalet yerini bulana kadar zaman ilerlerken, daha kaç yaş gençleşecek zanlılar? Daha ne kadar işin içindekileri görmezden gelmeye devam edeceğiz?”

Sayın Bakan beni dinlemiyor bile. Sırada hak ve özgürlükler var. Yapılan iyileştirmelerden ve alınan yoldan bahsetmeye başlıyor. Ben de artık onu dinlemiyorum. Sanırım konuşması sırasında aldığımızı iddia ettiği yolun ortasında öldürülen kadınları görmezden geliyor. Boşanma davası açtı diye dövülen, hatta öldürülen kadınlarının pek bir özgürlüğü yok herhalde. Ne de olsa “dayak cennetten çıkmadır” ve ataerkil bir toplumda, erkeklerin yaptığı her şey yerindedir. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanımızın da dediği gibi:  “yasal düzenlemelerimiz birçok ülkeye göre çok ilerde; ama yine de münferit vakalar olabiliyor” -Aynı bakan, “ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence” de demişti-. Münferit vaka olarak gördüğü şeylerin başında yirmi birinci yüzyıl demokratik Türkiye’sinde hala devam eden töre olsa gerek. Kadını bir birey olmaktan uzaklaştıran, özgürlüğünü kısıtlayan, belli sınırlar dışına çıktı mı hayatını elinden alan töre. Ve “namuslu” toplumumuzda, polis, “aksırana ve tıksırana”   kadar   içki   içilmesini   engellemek   için   restoranlarda   –hatta yol ortasında yayalara bile- kontrol yaparken ve alkollü içecekleri tezgâh altına gizlerlerken; kadınlar şiddete maruz kalmaya devam ediyor. Cinayetlerin, ensest ilişki kurbanı çocukların sayısı her geçen gün artıyor. Ama unutalım bunları; zaten kadının asıl görevi çocuk bakımı ve ev işi değil mi!? (Başını da örtüyorsa ne ala!). Gerisi önemli değil.

Bakan Bey, konuşmaya devam ediyor. Hala hak ve özgürlüklere giden yolda ilerliyor. Yol boyunca ağzımıza burnumuza biber gazları doluyor. Ve şanslıysak bir kaç morlukla yola devam ediyoruz. Yolun sağında hoşgörü toplumunun bireyleri “noel baba” figürünü bıçaklıyorlar. Yolun diğer yanındaki ilkokulda Darwin’den ve evrim teorisinden bahseden öğretmene ceza veriliyor. Milliyetçilik tam gaz geçiyor yanımızdan. Şiddet, işgence, ayrımcılık devam ediyor. Yolun sonunda korku devleti görünüyor.

Rüya, bir kâbusa dönüşüyor o noktadan sonra. Uyanmak istiyorum artık. Uyanmadan hemen önce polisler gelip beni dışarı çıkartıyorlar. Meğer bizim ilkokulda da artık İstanbul Üniversitesi’nde olduğu gibi polis denetimi varmış. Meğer ilkokullardan başlanıyormuş artık tek tip insan yetiştirilmeye. Aydınlanma yolundaki en önemli araç olan eğitim de çoktan tek tipleşmiş.

Uyanmışım. Yoksa hala uyuyor, uyutuluyor muyuz bilemiyorum. Durmak yok Türkiye yola devam. Sen Türkiyesin, büyük düşün; çünkü henüz yeteri kadar büyük düşünemiyoruz biraz daha uykuya ihtiyacımız var.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2011

Bunu paylaş: