Ayağa Kalkıp Tanyerine Doğru Koşma Zamanı – Özgür Keşaplı Didrickson

Ayağa kalkıp tanyerine doğru koşma zamanı* 

Siz bugünlerde mutlu olabiliyor musunuz eskisi gibi? Günbatımına karşı rakı sofrasında dostlarla? Çok sevdiğiniz bir müzisyenin konserinde? Çoktandır görmediğiniz bir arkadaşınızla sohbet ederken? Bindiğiniz vapurun yanı başında bir yunus belirdiğinde? Siz bugünlerde mutlu musunuz?

Balıkların çoğunun tükendiğini öğrendiğinizde, çocukluğunuzdaki tada sahip olmayan bir şeftaliyi ısırdığınızda, nerdeyse her gün karşınıza çıkan iklim değişikliği ile ilgili haberleri okurken mutlu musunuz?

Allianoi’nin sular altında kalabileceğini bilirken?

Haydarpaşa Garı’nın cayır cayır yanışını ekranlardan gördüğünüzde? Yine bir kadının şiddete uğradığı haberini okuduğunuzda?

Ülkemizdeki işsiz sayısı ile ilgili son rakamları öğrendiğinizde? Gazeteciler tutuklanırken?

Zaten çok uzun süredir, hukuka aykırı olarak hapiste tutulan diğer gazetecilere psikolojik baskı uygulanırken? Mesela Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın, gece yarısı 3’e kadar ellerinde poşetlerle bekletildikten sonra tek kişilik hücrelere koyulduklarını okuyunca? Hafta sonu gideceğiniz konserde şöyle en içinize kadar mutlu olduğunuzu hissedebilecek misiniz?

Yakında Alaska’ya orman perilerine benzettiğim sinek kuşları ve hayvanlar âleminin  en uzun ve karmaşık şarkılarından birini söyleyen  kambur balinalar gelecek. Onları gördüğümde mutlu olabilecek miyim? Evet. İliklerime kadar  mı? Hayır.

Evet ve hayır.

Belki de hepimizin durumu bu, bugünlerde.

Hayır, çünkü bizler duyarlı insanlar isek tabii ki iliklerimize kadar mutlu olamayız bu şartlarda.  Ne ülkemiz, ne de yerkürenin durumu hiç iç açıcı değil.

Evet, çünkü her şeye rağmen güzellikleri yaşarken mutlu olmalıyız. Suçluluk duymadan. Eksik de olsa. Savaşmak için gerekecek gücü sadece kötülükleri konuşup tartışmaktan almadığımız açık. Ben sürekli kötü olayları okumaktan, yaşamaktan bunaldım. İnsana bir noktadan sonra yılgınlık getiren kötü olaylara karşı donanmak için bile daha çok gitmeliyiz konsere, tiyatroya, bir sahil kasabasına. Daha çok yürüyüş yapmalı, arkadaşlarımızı daha çok yemeğe çağırmalıyız. Bize iyi gelen ne ise, yapabildiğimiz ölçüde yapmalıyız. İyi olmalıyız.

İyi olmayı ihmal etmeden uzun soluklu bir savaşa hazırlanmalıyız.

Uzun soluklu çünkü hepimizin bildiği gibi önümüzdeki seçim tek başına bir hedef olamaz. Ülkemizin sorunları bu seçimi CHP alsa bitecek mi? Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye Cumhuriyetinin inşasında sadece bir bölüm olduğu gibi. Ne özgürlüğümüzü ne de farkına bir türlü varamadığımız nice değerimizi sadece savaşa değil ayrıca savaş sonrası döneme borçlu olduğumuzu unutmadan uzun soluklu bir savaşa hazırlanmalıyız. Atatürk’ün manevi mirasçıları isek, üzerimize düşeni yapmalıyız.

Savaş uzun soluklu olacağı için, herkesin katkısı gerekeceği için iyilikleri çoğaltıp, paylaşma zamanı. Bazı insanlar açken, işsizken, karnı toklar kadar istekli savaşamayabilirler. Sorunlara duyarsız görünmeleri, savaşmakta kararsızlıkları sadece böyle teknik şeylerse ve biz çözebileceksek çözmeliyiz. Sonra gördük ki boşuna olmuş desteğimiz. Buna da çok takılmadan  ilerlemeliyiz. “İyilik yap, denize at” dememişler mi? Başkalarından hayatımızda hiç kazık yemedik mi? Başımıza bu gelir diye yardım edebileceğimiz eşe, dosta yardım  etmemek  zamanı  değil.   Mehmet  Zaman  Saçlıoğlu’nun  güzel insan Türkan Saylan’la söyleşilerini içeren “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabını okumak bu tür kaygılardan arındırabilir bizi. İlle de 5 ayakkabı ve 10 pantolonumuzun olması gerekmediğini, paylaşmanın, birbirine yardım etmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlatabilir.

Ancak tek başımıza, sadece kendi eş dost çevremizle iyi olmamız, paylaşmamız da yetmez. Bence ülkenin tüm aydın insanları aktif bir iletişim ağında  birleşmeli. Birbirine daha çok dokunmalı.

Bazen gerçekten istediğimiz halde ekonomik durumumuz yüzünden  gidemiyoruz tiyatroya, konsere. İstediğimiz bir albümü, kitabı alamıyoruz.  Belki bizim gidemediğimiz o oyunda o gece 5 koltuk boş kalıyor, bir konserde sahnedeki müzisyen kendisini dinlemeye gelmediği belli olan kişileri sessiz olmaya çağırırken bulabiliyor kendini. Bizim sanata ihtiyacımız olduğu kadar sanatçıların da bize ihtiyacı varsa belki bu durumlar için de bir çözüm bulunabilir. Sadık ve saygılı bir tiyatro izleyicisini, müzikseveri bulmak zor mudur? Aramızda bir iletişim ağı olsa ve o gece o 5 koltuk dolsa. Nasılsa boş kalacaksa, dolsa? O konserde 5 kişi de para ödemese, bir kitabı bir yayınevi 10 kişiye ücretsiz gönderse? Donanımlı ama ekonomisi bozuk kişilere verilecek böylesi bir destek karşılıksız sayılır mı? Bizler kimi zaman bir tiyatro oyununa, ödüllü olmasına rağmen küçücük salonda oynatılan filmlere oldukça kalabalık bir eş dost grubunu götürmüyor muyuz? Bir konser olduğunda bu müzisyeni henüz dinlememiş arkadaşlarımızı ikna edip birlikte gitmiyor muyuz? Bizler o salonları mümkün olduğunca biletimizle dolduranlar değil miyiz? Sevdiğimiz  bir kitabı çevremize yaymıyor muyuz? Hatta kitapları sürekli paylaşıldığı için kaybolanlar da bizler değil miyiz? Bir konsere gidecekken “gelir misin?” diye sorduğumuz arkadaşımıza olsa bilet parası verecek olan, olduğunda veren de biz değil miyiz? Bence edebiyatçılar, sanatçılar ekonomik durumu olmayanlara bir şekilde ulaşmalılar. Sanat en iyi ilaç olduğu için, karanlıklarda can havliyle ona koştuğumuz için.

Ancak tabii ki ülkemizde sanatçılar da acı çekiyor. Maddi olarak da zorluk çekiyorlar. Ve o 5 bilet önemli olabiliyor. O yüzden bizi birleştiren, buluşturan diğer sanatseverler de olabilir. İletişim ağı işte bu denli geniş olabilir. Durumu iyi  olan sanatseverler fazladan bilet, kitap, CD alabilirler. Bunlar  bir tür kumbarada birikebilir. Böylelikle sanatseverler de hem sanatçıyı hem de durumu olmayan sanatseverleri desteklemiş, ülkenin iyi ve aydınlık olmasına böyle katkıda bulunmuş olurlar.

Bunu kurumlar da yapabilir belki. Sosyal etkinliklerle ilgili fonlar da kurabilirler. Karnımızın doyması kadar ruhumuzun da doyması gerektiğine inanan kurumlar.

Her tiyatronun, müzisyenin, yazarın kumbarada birikenleri kimlere nasıl  ileteceği ile ilgili farklı yöntemi olabilir.  Ya da ortak bir sistem geliştirilebilir.

Ayrıca bilet karşılığı bir şey de talep edilebilir belki, bazen. Mesela diyelim ki bir konserdeki 5 şanslı biletin sahipleri sinema-TV mezunu gençlerden seçilmiş olsun. O müzisyen bu gençlerden bilet karşılığında bir lisedeki sinema kulübü öğrencilerine sinema üzerine bir atölye çalışması yapmasını isteyebilir. Emekle karşılık verilebilir.

İşte böyle iletişim olsun, birbirimize dokunalım. Ekonomik durum gibi nedenler iyi olmamıza engel oluşturmasın. Örneğin korsan kasetler ya da çok pahalı konserler sanatçı ile sanatseveri birbirinden uzaklaştıran, birbirine küstüren şeyler değil mi? Herkes birbirinden bir şey beklemek yerine soruna birlikte çözüm getirmeye çalışarak birbirine yaklaşmış da olur böylelikle. Sanat, sanatçı ve sanatsever birlikte iyi olur.

Ve sanat ile sanatseverin birlikte sohbet ettiği, tartıştığı ortamların da sayıca ve bölgece artması gerek. Ankara ve İzmir’de yaşarken İstanbul’daki pek çok etkinlik için iç geçirdiğimi ve bu duruma çok üzüldüğümü bilirim. Yıllar önce İzmir’de YKY’nın yaptığı Salı toplantıları (sanırım adı böyleydi) ne kadar iyi gelmişti bize. Ankara’daki Kare Kitabevi’nin bizi sıcacık bir ortamda yazarlarla buluşturması da. Bu yayınevlerine teşekkür borçluyum. Yayınevlerinin, konser salonlarının vs. özellikle İstanbul dışında bu tür etkinliklere çok önem vermesi gerek. Belki kumbara bu etkinlikler için de kullanılabilir. Ve bu etkinliklerdeki buluşmaların ayaküstü karşılıklı övgü sözcükleri ile de sınırlı kalmaması gerek.

İyileştiren, sorgulatan, karanlığa karşı aydınlatan sanatı tüm topluma ulaştırmanın bu tür yollarını bulmamız gerek.

Ayrıca mesleklere göre değil düşünce biçimine, ortak ideallere göre birlikte olma ve üretme zamanı. Mavi Yolculuk’la ilgili okuduklarıma bu açıdan hep özenirim. Doktor, heykeltıraş, sanat tarihçisi, ressam… Nasıl buluşmuşlar? Ne güzel. Biz neden kendi meslek alanlarımızda sıkışıp kalıyoruz? Birbirimizi besleyeceğimiz böylesi dostlukları kaçımız yaşıyoruz?

Zaten modern hayatta öyle yoğunuz ki hepimiz, bu tür dostluklar olsa da kim bilir nelere teğet geçiyoruz? Balinalarla ilgili bir biyolog olarak bir mimar arkadaşımızla daha uzun buluşabilsek mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Balina ile mandalina” kitabına ve değerli ozanımıza selam eden bir çeşme tasarlayıp Oyuncak Müzesi’ne koyacağız ama zamanımız olmuyor, yapamıyoruz. Hepimiz sanki dünyayı kurtaracakmışız gibi yoğunuz. İyiliklere, dostlarımıza, kendimize bile teğet geçerken tabii ki bu savaşla yeterince ilgilenemeyebiliriz.

Bu düğümleri çözmek de önemli savaşta. Bu denli yoğun yaşayarak daha iyi bir yere doğru gitmiyor olduğumuzu birbirimize hatırlatmalıyız. Ülkemiz aydınlık olsa bile zaten yerkürenin sorunları nedeniyle yine de durmamızın zamanı. Yavaşlamamız gerek. Durup nereye gidiyor ya da gitmiyor olduğumuzu görmemiz.

Ancak ülkemizin karanlığına dönersek…

Önceliğimiz kariyerimiz, ekonomik durumumuz, ailemiz olduğu için bu denli yoğunsak bile, ülkemiz aydınlığa kavuşmaz ise zaten tüm bu önceliklerimizin de daha çok tehlikeye gireceğinin farkında değil miyiz?

Kendimizle, sadece kendi hayatımızla ilgilenmek hakkımız. Ancak ne yazık ki bu karanlık sürecek olsa bizim bu biricik hayatımızın ne kadar anlamı olacak? Ya da böyle sürdürebilecek miyiz hayatımızı? Bu savaş sadece kendi hayatımızla ilgilenme hakkına sahip olabilmemiz, bu hakkı korumamız için bile gerekli.

Çocukların geleceği için de gerekli. Çocuğumuz, yeğenimiz, torunumuz yok mu?

Ayrıca en başa dönersek, ben iliklerime kadar mutlu olmayı özlediğim için de savaşmam gerektiğini biliyorum. Birileri bu kadar acı çekerken mutlu olamayacağım için. Bence sizler de iliklerinize kadar mutlu olmayı özlediniz.

Sayın Mümtaz Soysal’ın 7 Mart tarihli “Sonun başlangıcı” yazısında “Karanlık koyulaştıkça tanyeri yaklaşıyor” cümlesini gülümseyerek okudum çünkü ben de bugünlerde kendime ve çevreme böyle söylüyor, bunu hatırlatıyorum. Farklı kelimelerle de olsa. Bu yazımdaki “hayır” karanlığın koyulaştığını bilmek ve hissetmekle ilgiliydi diyebilirim. “ Evet” de tanyeri olsun.

Ben tanyerini oturduğum yerde bekleyerek değil, ayağa kalkıp ona doğru  koşarak karşılamak istiyorum.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2011

Bunu paylaş: