Christopher Nolan: Yeni Kubrick mi? – Berk Tuğcu

 

   Christopher Nolan: Yeni Kubrick mi?*

Son zamanlarda yazılarda, tartışmalarda, forumlarda Christopher Nolan’ın yeni Stanley Kubrick olup olmadığı sıkça gündeme geliyor. Tabii bu herhangi bir tarz benzerliğinden çok dönemlerinin en büyük yönetmenleri olup olmadıkları tartışması olarak ortaya çıkıyor. Buradan yola çıkarak hem İngiliz yönetmeni tanıyalım hem de bir karşılaştırma yapalım istedik.

Christopher Nolan 1970 yılında Londra’da İngiliz bir baba ve Amerikalı bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Bu çift kültürlülük (ve tabii ki çifte vatandaşlık) durumu ileriki yıllarda ona bu iki ülke topraklarında, kendi ifadesiyle “bir rahatlık” getirecekti. Küçük yaşlarda babasının 8mm kamerasını kullanarak kısa filmler yapmaya başladı. Bunlar arasından, çektiği gerçeküstü kısa film “Tarantella” 1989’da PBS kanalında yayınlandı.

Nolan, University College London’da İngiliz Edebiyatı okurken okulun film kulübü sayesinde artık 16mm filmler çekmeye başlamıştı. 1997’de çektiği kısa film “Doodlebug” birçok festivali dolaştı.

1998 yılında ilk uzun metraj filmi “Following”i tamamladı. Film 6000 dolarlık masrafıyla tamamen bütçesiz olarak bitirildi. Ekibin ve oyuncuların hafta içi günlerde tam zamanlı işlerde çalışıyor olması nedeniyle sadece hafta sonlarında 15’er dakikalık parçalar halinde çekilen filmin tamamlanması 1 yıl sürdü. Siyah-beyaz, 16mm formatındaki ve neredeyse tamamının doğal ışık kullanılarak çekildiği filmin görüntü yönetmenliğini de üstlenen Nolan, kendi yazdığı senaryonun tümüyle eldeki imkânlara uygun olarak şekillendiğini söylemiştir. Filmde, tanımadığı insanları takip ederek ilham arayan genç bir yazarın, tanıştığı bir hırsızla ilişkisi ve yaşadıkları, doğrusal olmayan bir kurguyla anlatılıyor. Following, aslında kendisi aynı düşüncede olmasa da, genel olarak izleyici ve eleştirmenlerce Nolan’ın şimdiye kadarki bütün filmlerinin ortak türü olduğu düşünülen “Noir” havadaki ilk filmi olarak görülüyor.

Bu filmin 1999 Hong Kong Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından Nolan, bir sonraki filmi “Memento” için izleyicilerden destek istedi ve yaklaşık 5 milyon dolar bütçeli filmin bir kısmı buradan finanse edildi.

Following ile edinilen deneyimler İngiliz sinema dünyasındaki tutuculuğu ortaya sermişti. İngiltere’de yapımcılar ve şirketler yeniliklere, taze fikirlere ve özellikle de çıkış yapacak yönetmenlere karşı fazla kapalıydılar. Bu yüzden Memento’nun yapımı için Amerika’dan destek arandı.

Memento’nun senaryosu Nolan’ın kardeşi Jonathan Nolan’ın o sıralar üzerinde çalıştığı ve bir gün ikisi arabada giderken ona bahsettiği “Memento Mori” adlı öyküden yola çıkılarak yazıldı. Film bittiğinde Jonathan Nolan henüz öykü üzerindeki çalışmasını bitirmemişti ve bitirdiğinde de filmin öyküsünden oldukça farklıydı. Filmde hayatının bir bölümünden sonrasıyla ilgili olarak sürekli tekrarlayan bir hafıza kaybı yaşayan bir adamın, tuttuğu notlar ve kendine yaptığı dövmeleri kullanarak karısının katili olduğunu düşündüğü adamı arayışı anlatılmaktadır. Filmin öyküsü tamamen tersine çevrilmiş bir kurguyla anlatılmaktadır.

Sonuç olarak Memento küçük bütçeli bağımsız bir film olmasına rağmen Nolan’a büyük stüdyoların kapısını aralamaktan fazlasını sağlamıştır diyebiliriz. Bu başarısının ardından Nolan şimdiye kadar çektiği filmleri arasında yazar olarak katkısı bulunmayan tek film olan “Insomnia”yı çekme şansı yakaladı. 1997 Norveç yapımı bir filmin Hollywood uyarlaması olan bu film çok büyük bir ticari başarı elde etmese de, onu yapmak Nolan’ın artık Hollywood‘da başarılı ticari bir yönetmen olduğunu kanıtlamıştı.

Insomnia’nın ardından Nolan, kendi yazdığı, ünlü film yapımcısı ve işadamı Howard Hughes’un hayatını anlatan senaryoyu yapımcılara sundu. O zamana kadar yazdığı en iyi şeyin bu olduğunu söylüyordu ancak film daha ön yapıma bile giremeden Martin Scorsese’nin de bir Howard Hughes biyografisi olan “The Aviator” üzerinde çalıştığı ortaya çıktı ve proje rafa kaldırıldı.

Bundan hemen sonra Warner Bros. yapacakları yeni Batman filmi için Nolan’la anlaştı ve iki ay sonra da yazar David S. Goyer projeye dahil oldu. Son Batman filmlerinin başarısızlığı karşısında yapımcılar bir değişikliğe gitme ihtiyacı hissetmişlerdi. Yönetmen, daha önce filmlerde çizgi romanlarının aksine işlenmemiş olan, Batman’in küçüklüğü ve olgunlaşması dönemini anlatma isteğini belirterek senaryonun temelini oluşturdu. Daha önce yapılmış olan Batman filmlerini dramadan çok birer tarz denemesi olarak gördüğünü ve şimdi yapmaya çalıştıkları şeyin, içinden sıra dışı bir karakterin çıktığı anlaşılabilir, modern bir dünya yaratmak olduğunu röportajlarında açıkladı.

Bu, aslında 2000’ler sonrası ana akım aksiyon filmlerinin de temel eğilimini oluşturuyor. 90’lardaki patlamalı gösteriler, anlamsız şiddet ve dijital gösterişe yönelik filmlerden, 2000’lerde Paul Haggis, Tony Gilroy gibi yazarlar ve yeni Bond ve Bourne film serileriyle drama anlamında ayakları çok daha yere basan ve gösterişten daha uzak filmler ve karakterlere doğru bir geçiş yaşandı. Burada Nolan’ın da henüz yeni film için anlaşmayı imzaladığı 2003 yılının başında zamanın ruhuna dâhil olduğunu ve ona katkısını görebiliyoruz. Daha sonraki filmlerinde de Nolan, doğallığı bozduğuna inandığı CGI’dan (Bilgisayarla üretilmiş görüntü) olabildiğince uzak durmaya çalışmıştır.

2006’da kardeşi Jonathan’la beraber yazdıkları, Christopher Priest’in romanından uyarlanan “The Prestige”, 2008 yılında da David S. Goyer ile birlikte öyküsünü yazdığı ve yine kardeşiyle beraber senaryosunu tamamladığı, Batman Begins’in devam filmi olan “The Dark Knight” gösterime girdi. Son olarak da bu yıl tamamen kendi yazıp yönettiği Inception ile büyük bir başarı yakaladı.

Aslında Nolan 2002’de Insomnia’yı bitirdikten sonra yapımcılara Inception’ı fikir olarak sunmuş ve senaryoyu tamamlama kararı almıştı. Ancak daha sonra kendisinin de itiraf ettiği gibi böyle devasa bütçeli bir işe girişmeden önce kendini eğitmesi gerekiyordu. Bu eğitimi de Batman Begins ve The Dark Knight sağladı.

Stanley Kubrick karşılaştırmamıza gelince öncelikle auteur kuramından yola çıkarak bir değerlendirme yapmak yerinde olur. Kubrick’in filmlerinin her birinde ona özgü bir özellik, konu bulmak zordur. Nolan’ın sıklıkla kullandığı zaman-kurgu öğeleri filmlerinde bir imza olarak değerlendirilmeye çalışılsa da aslında her filmde birbirinden farklıdırlar ve filmlerinin tamamına yayılan bir genel durumdan bahsetmek zordur. Auteurlükle ilgili durum özellikle birazdan tartışacağımız stüdyo ilişkilerinde daha iyi ortaya çıkacaktır.

Sıkça auteur kuramıyla karıştırılan, yönetmenin filmlerini kendi yazması durumuna bakacak olursak aslında yine küçük bir farklılık ortaya çıkıyor. Kubrick’in filmlerine baktığımızda hiçbirinin özgün fikrinin (senaryo, roman, öykü) kendisine ait olmadığını görüyoruz. Nolan’ın ise sadece kendisine ait Following ve Inception filmleri ile öyküsünü Goyer ile beraber yazdığı The Dark Knight bulunuyor. Ancak iki yönetmen de temel öyküden yola çıkarak mutlaka kendi senaryolarını oluşturuyorlar. (Nolan’ın Insomnia filmi hariç) Özellikle Kubrick, senaryosunu tamamen kendisi yazması konusundaki kararlılığıyla öne çıkıyor.

Asıl büyük ayrım yönetmenlerin film yapım süreci ve yapımcılarla olan ilişkilerine baktığımızda ortaya çıkıyor. İki yönetmen de ilk filmlerini oldukça düşük bütçelerle ve görüntü yönetmenliğini de üstlenerek tamamlıyorlar.  Bu, ikisinin de sinema tekniği açısından bilgilerinin ve daha sonrası için duyarlılıklarının bir kanıtı. Kubrick’in çekimlerde görüntü yönetmenine diyafram açıklığına karışacak kadar sıkı bir müdahalesi olduğunu biliyoruz. Memento filminden beri hiç ayrılmadığı görüntü yönetmeni Wally Pfister da Nolan için, o zamana kadar çalıştığı, görüntü tekniğinden en iyi anlayan yönetmen olduğunu söylüyor. Ardından iki yönetmen de daha olgun bütçeli bağımsız filmlere ve sonunda stüdyo yapımlarına terfi ediyorlar. En temel ayrılık da burada ortaya çıkıyor.

Kubrick’in filmleri üzerindeki titizliği ve yaratıcı olarak tek başlılığı onu büyük stüdyolar ile sürekli bir anlaşmazlığa itiyor. Yaşamının sonuna kadar yaptığı filmlerin bütçelerinde büyük bir stüdyonun katkısı olsa da Kubrick’in MGM, Universal ve Warner Bros. ile ilişkisi geçmişteki tüm yönetmenlerden farklı. Bu duruma en açık olarak “A Clockwork Orange” filminin İngiltere’deki gösteriminin Kubrick tarafından durdurulma ve kopyalarının toplatılma kararı verilmesinde tanık oluyoruz. Kubrick’in baskısı yapım şirketi Warner Bros.’a filmi çektiriyor, hatta gösterimi sürdüren bir sinemaya dava açılıyor.

Nolan ise açıkça görüleceği üzere Batman Begins’ten başlayarak Warner Bros. ile çok sıkı bir ilişki içinde. Yaptığı son dört film bunu kanıtlamış iken, son 10 yıl boyunca her yıl 1 milyar doların üzerinde hâsılat yaparak büyük bir rekora imza atan Warner Bros.’un yeni Superman projesini bu yılın başında yapımcı olarak Nolan’a teslim etmesi de işbirliğinin boyutunu ortaya koyuyor. Nolan yeni Superman filmini yönetmeyecek ancak senaryonun yazım aşamasından yönetmene kadar yapılacak seçimler kendisine teslim edilmiş durumda.

Buradan yola çıkarak da sonuçta iki yönetmenin yönetim tarzları arasındaki farklılık açıkça görünüyor. Kubrick yönetim anlayışı olarak ana akımın dışında ve hatta onu yönlendiren bir biçeme sahipken Nolan’daki stüdyo etkilenimleri belirgin olarak göze çarpıyor. Aksiyon sahneleri ve genel müzik kullanımına bakarsak Nolan’ın mümkün olduğunca çok seyirciyi hedefleyen bir yapıda filmlerini tamamladığını görebiliriz. Nolan’ın yönetmen olarak etkilendiği isimlerin başında Ridley Scott ve Stanley Kubrick’in geldiğini söylemesi de, aslında geçtiğimiz yüzyılda oldukça devrimci niteliğe sahip bu iki yönetmenin Nolan gibi stüdyo anlayışına sahip bir yönetmene olan etkilerinden yola çıkarak günümüz ana akım sinemasındaki teknik yönelimleri anlamamıza yardımcı oluyor.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiekim2010

Bunu paylaş: