Umuda Sürükleniş – Selin Süar

Umuda Sürükleniş* 

Yaşam koşullarının türlü nedenlerle insanı yok oluşa sürüklediği, çaresizliğin dizboyu olduğu ve insanlık dramlarının yaşandığı ülkelerde çıkış noktası bulamayanlar, ölümle yaşam arasında bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Orada kalıp sefilliğe, ölüme mahkum olmaktansa, şeytanla aynı masaya oturup zar atmaya değer diyebilenler kendi ülkelerinden kaçıp insan değerinin bilindiği ve yaşam koşullarının daha iyi olduğu başka yerlerde şanslarını denemektedirler. Aylarca aç kalıp yoktan var etmeye çalışan aileler, biriktirebildikleri parayla ve illegal yöntemlerle çocuklarını Avrupa’ya açılan kapılara yolcu ederler; o yolun sonunda bir daha hiçbir zaman görüşemeyecekleri gerçeğini bilerek…

Sıkça karşılaştığımız ama bir o kadar da karıştırılan kavramlardandır mülteci ve göçmen. Mülteci kelimesi ilticadan gelir. İltica, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ‘Güvenilir ve emin bir yere sığınma’ olarak geçmektedir. Kendi ülkesinde sosyal konumu, dini, siyasal düşüncesi veya ulusal kimliği yüzünden kendisini baskı altında hisseden, kendi devletine olan güvenini kaybeden ve devletinin ona tarafsız davranmayacağını düşünen bireyin başka ülkeye sığınma talebinde bulunması ve bu talebi, sığındığı ülke tarafından kabul edilen kişi ‘mülteci’ olmaktadır. Göçmen ise ‘kendi yerinden yurdundan ayrılarak yerleşmek için başka bir ülkeye veya yere giden kimse’dir. Göçmenler, çoğu zaman ekonomik gerekçelerle, ülkesini gönüllü olarak terkederek başka bir ülkeye yerleşen ve yerleştiği ülke yetkililerinin bilgi ve izni dahilinde yerleşen kişi olmaktadır.

Günümüzde, bulundukları ülkelerin yaşam koşullarının olumsuzluğundan dolayı ülkelerini terkeden insanların durumu içler acısıdır. Emperyalist ideallerin işgalleri, bu işgallerin yol açtığı savaşlar ve milyonlarca insanın etkilenmesi, yaşam koşullarının kötüleşmesi, siyasi kavgaların, darbelerin veya iç savaşların mahvettiği üçüncü dünya ülkeleri vatandaşları; açlık, işsizlik ve geleceğe dair umutsuzluk üçgeninde kısılıp kalmaktansa belirsizlikler ağıyla örülmüş sınırlarötesi yolculuğa her türlü riski göz alıp adım atmaktadır. Havasızlıktan boğulmadılarsa, susuzluktan kurumadılarsa, karşı kıyıya geçebilmek için taşıyabileceği yükün iki kat fazlasını teknesine istifleyen gözünü para hırsı bürümüş kaptanlara denk gelmedilerse bilinmezliğin sonundaki ışığa yüzlerini çevirebilenler kendilerini yeni bir umudun kucağına atmaktadırlar.

Sığınmacı ve mültecilerin çektiği sıkıntılar, yüzlerini başka yerde başlayan yeni bir güne çevirdikleri an ne yazık ki bitmemekte, asıl büyük mücadele bu noktada başlamaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bu konulara ilişkin yer alan maddeler neredeyse sembolik bir hâl almaya başladığından,  gelen mülteciler için adeta bir can pazarı yaşanmaktadır.

İran, Afganistan, Filistin, Pakistan, Bangladeş, İran gibi ülkelerden çeşitli nedenlerle iltica eden insanların geçiş kapısı olan Türkiye için de bu durum büyük bir sorun teşkil etmektedir. Avrupa ülkelerinin yasadışı göçle mücadeleyi artırması ve sığınma haklarında yaptığı kısıtlama nedeniyle mülteci, sığınmacı ve göçmenler Türkiye gibi geçiş ülkelerinde büyük sorunlarla karşılaşmakta, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin göçmen ve mülteci haklarına getirdiği kısıtlayıcı kurallar nedeniyle Türkiye ‘tampon’ ülke olma durumuna itilmektedir. Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapılarından biri olan Yunanistan, mülteci ve sığınmacıların ulaşmak istedikleri ülkelerdendir.

Afganistan’ın önce Sovyetler, sonra Taliban ve ardından Amerika’nın işgali ve ezici sömürü düzeni nedeniyle kötü koşullara, işsizliğe, yoksulluğa maruz kalan bu insanlar hayatlarını kurtarmak için kendi ülkelerinde bir çıkış olmadığını gördüklerinde ‘bari çocuklarımız kurtulsun’ diyerek onları kaçak yolla önce Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya açılan kapılardan biri olan Yunanistan’a gönderiyorlar. Bu zorlu yolculuk esnasında yüzlerce kez ölümün eşiğine gelen mültecilerden kurtulmayı başarabilenler sokaklarda aç, susuz ve evsiz yaşamaya çalışırken bir kısmı ucuz buldukları malları sokaklarda satarak gelir elde etmeye çalışıyor. Bir diğer kısımsa zarar göreceği insanlarla karşılaşıyor. Cinsel ilişkiye, çalmaya zorlanan, hatta organ mafyasıyla karşılaşan insanlar, büyük bir dramın içine sürüklenebiliyor.

Yunanistan’ın bir adası olan Midilli’ye gittiğimizde karşımıza çıkan bir mülteci kampı ve sığınmacılar için kendi olanaklarıyla yardım sağlamaya çalışan kişiler dikkatimizi çekti. Midilli, illegal yollarla ve zorunlu göç edenlerin ilk uzun süreli geçici yerleşim yerlerinden biri. Afganistan, Bangladeş gibi ülkelerden kaçan mülteciler Midilli’de bulunan Agiasos’ta, çam ve kestane ormanının içinde kurulan Sanatorium’a yerleştirilmişler. Mülteci kamplarının burada kurulmuş olması rastlantısal bir çizgide gelişmemiş. Agiasos coğrafi  güzelliğinin yanısıra akıl ve kültür olarak da ileri seviyede olan bir köy. İzmir’de bile göremeyeceğimiz kadar büyük ve aktif bir tiyatro salonuna sahip  olan köyün büyük bir kütüpanesi de bulunuyor. Kütüphane köy halkı tarafından kullanılıyor ve burada aynı zamanda müzik aletlerinin çalınması da öğretiliyor. Müzikle ilgilenmek buradaki halkın ruhunun olduğuna, kitap okumaksa hayata daha geniş çerçeveden bakabilmeye ve akla işaret ettiğinden mülteci  kamplarının burada kurulmuş  olması  şaşırtıcı  değil. Köy halkının   zeytincilik, hayvancılık, orman ürünleri, tahta oymacılığı ve köyü ziyaret eden turistlere sunulan hizmet ve hatıra eşyası satımı gibi gelir kaynaklarına sahip. Birçok köyden farklı olarak geçen yüzyıla ait dokumacılık, demir işçiliği, berber malzemeleri, sinema gereçleri ve projeksiyon makinası, tarım araçları, günlük kullanılan ev aletlerinin sergilendiği bir müzesi bulunmakta.

Midilli’nin daha büyük bir kentinde erişkin mültecilerin kaldığı bir mülteci kampı daha bulunuyor. Bu kampta bir dönem erişkinler, gençler ve çocuklar bir aradaymış, ancak Yunan Devleti ve Midilli Valiliği özellikle küçük yaştaki mültecilerin korunabilmeleri ve kısmen de olsa hayata uyum sağlayabilmeleri için Agiasos köyünde bu nedenle bir mülteci kampı daha oluşturmuş ve insan haklarına, yaşama duyarlı üç dört kişi ve bir doktor, sürekli olarak mültecilerin bakımını ve onlarla ilgilenmeyi üstlenmiş.

18 yaşına kadar kendi istekleri çerçevesinde kampta kalmaları serbest olan gençler, 18 yaşını doldurduklarında bir şekilde gitmek zorunda kalıyorlar. Gidenler arasında İtalya’ya gidip umduklarını bulamayıp geri gelenler, büyük şehirlere gidip dönenler olmuş. Mültecilerin hayata atılmalarında hükümet ve ilgililer ellerinden geldiğince yardım etmekteler, ancak sıkıntılar buna rağmen azalmıyor.

Karşılaştığımız bir çocuk, bizi görünce önce korkuyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Türkiye’den geldiğimizi, öğrenci olduğumuzu söylediğimizde yüzü aydınlanıyor ve kırık dökük İngilizcesiyle bir akrabasının İstanbul’da olduğunu, her gün sokakları arşınlayarak oyuncak satmaya çalıştığını söylüyor ve edindiği bilgiler doğrultusunda Türkiye’nin popüler şarkıcılarını bir bir saymaya, hatta şarkılarını söylemeye başlıyor. Kampa yaptığımız gezi Ramazan ayının içinde olduğundan kimi oruç tutuyor, kimiyse buna aldırış bile etmiyor. Buna rağmen her zaman ayrıksı ve öteki olduklarının bilincindelermiş gibi oturdukları yer bile Türk ve Yunanlıların oturdukları masanın etrafında sıralanan sandalyelerden olmuyor.

Kampta bulunan 15 yaşındaki bir Afgan gencine soruyorlar, ‘Gelecekten ne bekliyorsun?’ diye; korkuyla bakıyor en ufak bir esintide zayıflıktan uçup gidecekmiş gibi olan genç çocuk ve başını öne eğiyor. Belli belirsiz bir ses dökülüyor dudaklarının arasından ‘Hiç…’. Savaşların, çaresizliğin, umutsuzluğun gencecik hayalleri yok ettiği dünyamızda çözümler herkesin kendinden biraz feragat etmesinden geçmesi kadar basitken bakışlarımıza yeşermeyen umudun öfkesi sıçrıyor kamptan ayrılırken…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul2010

Bunu paylaş: