Gelgit – Derin Küçükkeskin

Gelgit* 

Parmaklarımın en ucuna, dudaklarımın en kıvrımına, gözlerimin en içine kadar… Yaşam… Yaşamı duyumsamak… Ciğerlerime hava girip çıktıkça, kıpkırmızı kanım aktıkça ayaklarım kimi yerden kesik, kimi tastamam yeri kavramış bilmek yaşadığımı. Sevdiğim onca yüz beliriverdiğinde parmaklarını almak parmaklarımın arasına, dizlerinde oturmak, cümlelerin ortasında kocaman öpmek, saçlarının arasına yasemin kokusu üflemek, bütün eti, kemiği hissedinceye kadar kucaklamak, sevinçlerinin, burukluklarının, kaygılarının, pırpırlıklarının en içini görmek, dokunmak, dokunmak, dokunmak… Bu “Gel”. Sularımın yükselmesi. Ayak bileklerim bir önceki dalgadan ıslak, kumun üzerinde, sevinçli bir şaşkınlıkla dalgaya binip gitmiş Ben’e bakakalmak. Yaşamın ta kendisiyle dolu kuma vurmak için gelirken kucaklaşmak, çocuklara ve delilere özgü onca coşkuyla, yaşamın biraz fazlasını, biraz uçlarını toparlamış bir “Gel”le, hani sanki tsunamiyle gelirken de kocaman bir kahkahayla  ıslanmak. Gel işte.

Dudaklarını kanatarak en yüreğinden söylemek tüm şarkıları, tüm seslerini davulun, gitarın, neyin, yüreğini parçalayan adamın duymak, bakla toplayan o güzelim köylü kadınların arasına koşup, onları öpüp koklamak, bakla toplamak istemek. Kahlo’nun resimlerinden, gözlerinden bütün acılarını, tutkularını,  yaralı bedenini hissetmek, başlarında tablaları elleri cepte yürüyen simitçi çocukların ardından gülümseyerek bakakalmak; vermek; elden, gözden, yürekten… Sokak kedisine süt, pervazdaki menekşeye su, çocuklara kitap, sokaktaki amcaya gülücük, yorulmuş anneye demli bir çay, seni bekleyene bir geliş.

Çok ıslandığımda Gel’den, yine de bunu hiç umursamadan geceleri uykusuzluk yaptığımda gözümü kapatıp hep orada olmuş onlarca ayrıntısını yaşamın; önceden hiç duymadığım sesleri, kokuları duymak, görmek, koklamak… Uykuyu olmasa da dinginliği bulmak için yunuslarla yüzmeyi getirmek düşlere, bir  kukumav   sesini  beklemek,  bütün  yazar,  çizer,  müzisyen,  bilim  insanı dostlarımın büyülü varlıklarıyla güneşe kadar geceyi soluklamak. Kimi kimi elinle kalem arasındaki organik ip köprüden koşar adımlarla yazmak, yazmak… Elini unutmak, kalemi unutmak, dilini unutmak ve yazmak.

Doğuyu, tüm renklerini, ışıklarını bellemek güneşi karşılarken.  Kuşların sessizliği bozması. Gün. Öpmek, koklamak, dokunmak, görmek, devinmek telaşıyla apar topar kendini atmak sokağa, sevdiklerinin, insanların yanına. Öylesine kocaman gülümsemek ki en huysuzların bile şaşırması. Yaşam işte. “Gel” bu.

İliklerimden, saçlarımın ucundan, topuklarımdan çekilmesi yaşamın. Kanımın  bir kızıl suret olduğunu, kaldığını bilmek. Gelemeyeceğinden korktuğun bir dalgayı beklemek, ayakların çatlak çatlak kıyıda. “Git” olduğunu bilmek ve donuk yaşların yerleşmesi gözlerine, ellerine, ciğerlerindeki havaya. Nasıl olup da geldiğini hiç bilemediğin bir hiçliğin içinde bulmak kendini. Bir büyük sıkıntının, bunaltının, burgacın. Rüzgardan, çakıl taşlarından, üzerindeki mor etekten medet ummak ama sonsuzluk gibi gelen bir zamanda hiçbir şeyin olmaması. Hiçbir şey. Ne bir kıpırtı, ne bir ses, ne bir koku. Hiç. Hiçliğin kocaman çaresizliği.

Bir et yığını taşır gibi hissetmek kendini. Kolundan, bacağından utanmak, dahası “et”liklerinden dehşete kapılmak. Sevgili yüzlere baktıkça, dokundukça dehşetin hüzne dönüşüp kırık dökük sözcükler yapması. Hiçliğin, çaresizliğin, dehşetin, korkunun hayalet sözcüklerini dökmek dudaklardan. Sevgili gözlerdeki üzüntüden büyümesi yaşam düşlerinin.

Yaşam “gel”emedikçe, “git”im çok oldukça uykuların bir kaçış olması. Güne çıkabilmek için uykudan da medet ummak. Aynılığın kaskatı sabahlarındaysa  bir odanın tüm duvarlarını, tavanını ezberlemek. Gözün tek yapabildiğinin tek bu olması.

Kutupta, en “Git”te, sığ sularda tutsak kalmış beyaz balinanın kuru, korkulu, çaresiz bekleyişi;çevredeki kutup ayılarını düşündüğümüzde bir de korkulu… Korku… O hep var “Git”in içinde. Kocaman, kapkara, her türlü şekle giren ve şekilsiz, ağır, yapışkan bir tuhaf gölge. Evirmeye, çevirmeye gelmeyen çünkü hep bildiğini okuyan bir korku. Hiçlikse bazen bir korkusuzluk, işte o denli yaşam dışı, o denli ölüm… Kırık, dökük ama alçıya sokulup iyileştirilemeyen  bir ruh. İnançlı, inançsız bir bekleyiş. Daha önce kıpır kıpır yaptığını bildiğin hiçbir şeyin yüreğine ulaşamamasındaki hüznün kimi zaman hıçkırık olması, kimi zaman bir vazgeçme… Düşlerden bir süreliğine vazgeçme. Bir süreliğine yaşamın askıya alınması… “Git” bu.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2010

Bunu paylaş: