Avatar’ın Gerçek Boyutu – Onur Keşaplı

Avatar’ın Gerçek Boyutu*

Hollywood’un en büyük yönetmenlerinden, aynı zamanda sinema tarihinin en çok izlenen yönetmeni unvanının da sahibi Oscar ödüllü James Cameron, son filmi Avatar ile yine kitleleri sinema salonuna çekmekte ve gündemi haklı olarak işgal etmektedir. Sinema tarihinde en büyük gişeyi sağlayan Titanic ile hatırlanan, ancak sinefillerin gönlünde Alien(Yaratık) serisinin en başarılı filmi olan Aliens ve bilimkurgu türünün kült başyapıtı Terminator serisi ile taht kuran Cameron 1990’larda şekillendirdiği Avatar’ı beyazperdeye taşımak için teknolojinin gelişmesini beklemiş daha sonra teknolojik devrimi bizzat kendisi yapmıştır. Sinemanın başlangıcından bu yana gerçekliğe en yakın görüntü, gözün görüşüne en yakın gerçeklik peşinde olan sinemacılar için nasıl ki sesin kullanımı devrim niteliğindeyse Cameron’un Avatar’da ortaya koyduğu teknoloji de benzer nitelikler taşıyan teknolojik anlamda sinemasal bir devrimdir. Özel efektler bağlamında daha önce Terminator 2 ile (James Cameron ve Terminator üzerine çalışmamız için bakınız: Bir Bilimkurgu Kültü: Terminator) devrim yapan yönetmen bu kez 3 boyutlu sinema konusunda çıtayı an itibarıyla en yüksek noktaya çıkartmıştır. Ancak içinde çevreci ve bir Hollywood sinemacısına göre oldukça muhalif mesajlar içeren Avatar’ın asıl boyutu ve önemi 3 boyutun da ötesindedir.

Avatar’ın konusuna kısaca değinmek gerekirse, uzak bir gelecekte Pandora adlı bir gezegene militarist üstler kurmuş ve bu yolla oradaki değerli enerji ve maden yataklarının peşinde olan insanoğlunu görmekteyiz. Gezegenin yerli ve insanlığa göre ilkel gözüken halkı Naviler’in yerleşim yerleri ise gezegendeki en büyük maden yatağının üstündedir ve ırkımız onları oradan çıkarmanın yollarını aramaktadır. Bu amaçla geliştirilen Avatar sistemi insanları Navi  görünümündeki tıpkılarına eşleyerek yerli halkın arasına karışma, onlar gibi olma, haklarında bilgiler toplama ve elbette köylerini boşaltma konusunda ikna etmeyi hedeflemektedir. Filmin ana karakteri Jake Sully sisteme gönüllü olan ikiz kardeşinin ölümüyle bir anda kendisini projenin içinde bulur. Yerli halkın arasına karışan Jake zamanla Navi bedeninin ve yaşamının içinde kendi benliğini, anlamını ve aşkını bularak yerlilerden biri olur. Üstün teknolojili silahlarla donanmış insanlığa karşı Navi halkını ve Pandora’yı savunmada önderlik konumuna erişir. Senaryo itibarı ile Pocahontas, Kurtlarla Dans, Son Samuray gibi filmleri fazlasıyla hatırlatan Avatar, filmde gördüğümüz yan karakterle de yukarıda saydığımız yapıtlarda yer alan karakterlerle de birebir eşleşmektedir. Yerli halk arasında yabancı ana karaktere tutum olarak mesafeli yaklaşımı, önce istemeyen ancak sonra kabul eden ve baştan sona inançlı, yardımcı ve sevgi dolu olan üç hali de Avatar benzeştiği senaryolardaki gibi kullanmaktadır. Filme katılan “seçilmiş kişi miti” ise bilimkurgu türü özelinde bizzat   James   Cameron   tarafından   ilk   kez   Terminator’de   John   Connor karakterinde görülmüştür. Sonrasında ise Star Wars’un yeni üçlemesinde Anakin Skywalker ve Matrix serisinde Neo karakterlerinde “seçilmiş kişi, kurtarıcı” mitlerini görmekteyiz. Avatar’ın konu olarak bu sıradanlığını belki de en iyi özetleyen ülkemizde yaşayan Kızılderili sanatçı Jno Didrickson’ın filmi izledikten sonraki sözleridir: “Kovboylar ve Kızılderililer bir kez  daha savaşıyor, ama bu kez Kızılderililer kazanıyor.” Jake Sully dışındaki karakterlerin öykü süresince yaşadıkları değişimlerin izleyici tarafından  yeterince algılanamaması senaryonun bir diğer kısır yanı. Cevapsız kalan soruları (örneğin Jake Sully’nin neden seçilmiş? Bunla ilgili yerli halk arasında bir inanç mı vardır yoksa bir kehanet mi ortaya atılmıştır?) ve öyküsel  anlamdaki eksiklikleri bir kenara bıraktığımızda ise görsellik olarak görüp görebileceğimiz belki de en etkileyici film var karşımızda. James Cameron izleyiciyi Pandora gezegenine ve Navi halkına inandırmak için görüntüyü, renkleri, James Horner tarafından bestelenen melankolik müziği ve film için yaratılan Navi dilini o kadar etkili kullanıyor ki bu masaldan çıkmaya imkân bırakmıyor. Nefis çevre görüntüleri, yok edilmiş Kuzey Amerika yerlilerinin dillerini anımsatan Navi dili, tek tanrılı dinlerin yıkıcılığından önce en yaygın inanç biçimi olan, insanı doğanın efendisi değil bir parçası olarak gören Şamanizm’in albenisi izleyici Pandora’ya inandırmanın ötesine geçip orada yaşama isteği uyandıracak hale getirmekte. Zaten film sonrası efektler dışında konuşulanın “Pandora’ya yerleşmek” olması yönetmenin bu konuda ne kadar usta olduğunu kanıtlar nitelikte.

Yönetmenin kimilerine göre halen en etkili eseri olan Terminator, aksiyondaki çarpıcılığı ve özel efekt anlamındaki büyüsüyle filmin nükleer silahlanma karşıtlığı ve teknolojinin akıldışı gelişimine karşı tavrı arka plana itilmiş hatta unutulmuştu. Bu durum Terminator’un basit bir aksiyon filmi seklinde algılanmasına yol açtı. Benzer bir durum yarattığı gerçeküstü güzellikteki evren ve kusursuz özel efektleriyle Avatar’ın iletmek istediği mesajlar için de söylenebilir. Hâlbuki film sistem içinde etkili olan bir yönetmen için oldukça muhalif sayılabilecek mesajlar içermektedir. Filmin içerdiği yoğun çevreci mesajlar Kopenhag’daki Dünya İlkim Zirvesi’yle aynı zamanda gösterime girmesiyle daha da anlam kazanmıştır. Navilerin ana tanrıçası, doğa anası sayılabilecek Eywa’ya Jake Sully’nin duaları dünyadaki toprak anayı öldürdüğümüz ve artık tek bir ağacın dahi kalmadığı mesajını içermektedir. Petrol için savaş çıkartan George W. Bush ve genel Amerikan siyasetini filmde madenler için tüm gezegeni yakıp yıkmaya hazır olan ordu güçlerinde ve elbette başlarındaki generalin gezegenlerini haklı olarak yıkıma karşı korumak isteyen yerli halka karşı aldığı tutumdan görürüz. Bush’un savaş doktrini olan “önleyici vuruş” ve “teröre terörle karşılık vermek” Avatar’da sadece görüntülerle değil bizzat generalin ağzından birazda kör göze parmak şeklinde aktarılmaktadır. Enerji kaynaklarına yani para ve güce ulaşmak için her yolu mubah gören ve tüketen sistem, günümüz dünyasında tek üretimi üçüncü dünya savaşını yaşayan ve bunu hissetmeyecek kadar duyarsız kitleler konusunda gerçekleştirmektedir adeta.  Kestiği  tek  bir  ağaç  için  doğadan  ve  ağacın  ruhundan  özür   dileyen Şamanlar, avladığı tek bir geyik için af dileyen Kızılderililer ve Avatar’daki Naviler karşısında bizlerin vurdumduymazlığı egemen sınıfların yıkıcılığını doğurmaktadır. Filmin evrensel mesajları dışında Türk izleyici olarak kaçımız altın uğruna katledilen Kozak Yaylası’nı, Kaz Dağları’nı ya da “komünist işi” demiryollarına karşı yapılan dâhiyane sahil yollarımız için yok edilen Karadeniz kıyılarını veya 50 yıllık enerji üretimi için sonsuza dek yok edilecek olan Hasankeyf’in ve Allianoi’nin doğal ve kültürel zenginliklerini düşündü? Kaçımız peşinde oldukları maden için Navilerin binyıllardır yaşadığı ağaçları terk edip başka ağaçlara gitmelerini isteyen generalin sözlerinde Hasankeyf halkını binyıllık evlerinden, kültürlerinden kopartacak “girişimcileri” hatırladı? Kaçımız Avrupa’nın sözde sosyal demokratlarıyla yüzde yüz yerli(!) tarikatlarımızın kol kola girip sevgililerimizin boyunlarını süsleyecek altınlar uğruna sevdiklerimizi götürebileceğimiz, ülkemizin Pandora’sı, Kozak Yaylası’nın mahkeme kararlarına rağmen yok edildiğini anımsadı?

Jake Sully’nin ve doğal olarak James Cameron’un insanoğlunu “Alien-Yaratık” şeklinde tanımladığı Avatar’da ortalama bir izleyici Navilerin safını tutarak filmin sonundaki zaferle Aristo’nun katarsis(arınma) hissini sonuna kadar tatmaktadır. Peki, bu arınma hissinin film sonrası akılda sadece Pandora seyahati hayalleri ve 3 boyut tortusu bırakması Avatar’ın gerçek boyutu mudur? Unutulmaması gereken şey dünyanın, güzel Anadolu’nun  Pandora’yı  ve fazlasını insanoğluna rağmen hala barındırıyor olmasıdır. Büyük devletler kendilerine ve bağlı oldukları sisteme yakışır bir şekilde İklim Zirvelerinden zırvalarla çıkmaya devam etmekteler. Dünyanın her bir yanındaki ölümlerin, katliamların, gözyaşlarının başlıca sebebi tüketime ve sahip olma arzusuna dayalı sistemdir. Peki, bizler bu sisteme karşı ne yapmaktayız? Filmin büyüsü ve üç  boyutu  etrafımızı  sarmayı  bıraktığında  hala  yaratık-insanlara  küfür     mü ediyoruz yoksa küfrettiklerimiz gibi yaşamaya ya da üzüldüğümüz yıkıma sebep olanlara karşı kayıtsız kalmaya devam mı ediyoruz? Jake Sully beyazperdede kendisini bağlı hissettiği halkı, kültürü, tarihi, doğayı ve gezegeni insanoğlu denen yaratıktan kurtarmayı başardı. Peki bizler bizi yöneten ve görünüşe göre yönetmeye devam edecek Aliens(yaratıklar)dan kurtulmayı başarabilecek  miyiz? Umut Avatar’ın üçüncü boyutunda mı yoksa zihnimizde canlandırdığı gerçek boyutun ufkunda mı belirdi? Hızla kaybedilen zaman bunu gösterecektir.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiocak2010

Bunu paylaş: