Sessiz Yığınların Gölgesinde – Onur Keşaplı

Sessiz Yığınların Gölgesinde* 

İnsanlık tarihini sınıfların çatışması üzerine oturtan Marksist kuramın aksine ünlü Fransız düşünür Jean Baudrilliard, insanlığı özne ve nesnenin ilişkisi üzerinde şekillendirmektedir. Halkları etkileyen, peşlerinden sürükleyen ve yaşamlarına şekil veren sayıca az olan özne ve karşısında peşinden gidebileceği kişiler ya da gruplar arayan, onlardan etkilenen ancak kendi çıkarı söz konusu olabildiğinde müdahale etmekten çekinmeyen sayıca fazla nesne. Baudrilliard’ın özgün kitabı “Sessiz Yığınların Gölgesinde-Toplumsalın Sonu”, bu özne-nesne uyumunun 20. yüzyılda ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir. Sessizliğe gömülmüş bir şekilde davranan nesnenin artık özneyle ilişkiyi ve etkileşimi aşıp hipergerçeklikle birlikte kendisine atfedilen toplumsalında ötesine geçtiğini söylemektedir.

Geçtiğimiz yüzyılın halklarının ya da toplumlarının aşırı edilgin, aşırı uyumlu  bir biçimde politikanın, tarihin, toplumsalın ve dolayısıyla öznenin ötesine geçtiğini söyleyen Baudrilliard’ın bahsettiği kitle, nesne olmak için gerekli donanıma sahip olan yani karnı tok, geliri ve keyfi yerinde olan Batı toplumlarının kitleleridir. Dünyanın geri kalanında kitleler birçok temel ihtiyaçtan    halen    yoksun    oldukları    için    daha    sessizlik(!)       aşamasına ulaşmamışlardır. Yine batıya özgü tüketim toplumunda olduğu gibi bu durumun da en önemli olgusu kitlelerin özneden gelebilecek gerçek anlamlar, mesajlar yerine gösterge değerini ve eğlenceyi tercih eder hale gelmiş olmalarıdır. Kitaptaki bir örnekte Baudrilliard, Klaus Croissant adlı bir avukatın Fransa’dan sınır dışı edileceği gece Fransız ulusal takımının oynadığı futbol maçından bahsetmektedir. Muhtemelen haksız yere cezalandırılan avukat için kendisini özne olarak gösterebilecek aydın ve entelektüel kesimin birkaç yüz kişiyi peşlerinden sürükleyebildiğini buna karşın onlarca milyonluk bir kitlenin coşkuyla Fransız ulusal takımının gollerine sevindiğini aktarır Baudrilliard. Burada ve günümüzde daha da artarak görülen benzer olaylarda özne, kitlelerin duyarsızlığından ve nahifliğinden şikâyetçi olmaktadır. Televizyonun ve ya futbolun kitleleri uyuttuğu, esir aldığı ve beyinlerini yıkadığını söylerler. Ancak burada kitleler aptallıklarından çok seçimlerinden dolayı futbolu ya da TV’yi diğer olaylara tercih etmektedirler. Onlar eğlencenin, gösterinin peşindedirler  her hangi bir toplumsal olayın değil. Çünkü onları toplumsal denen türdeş soyutlukta görmek isteyen iktidarlar, partiler, liderler ya da kısacası özneye karşın kitleler, onları başlarından savarcasına kafa sallayarak kendi bildiklerini okumaktadırlar. Kendi bildikleri de genellikle kitleleri etkilemeyi kendilerine amaç edinmiş aydın kesimi çileden çıkartmaktadır.

Kitle iletişim araçları, kendisi bir simülasyon evreni olan Tüketim Toplumunun şekillendirdiği sessiz çoğunlukta da son derece önemlidir. Hedefte olan kitle, kendisine gelen mesajları kırarak işin gösterisel boyutuyla ilgilenmektedir. Reklâmcılar kendilerini kandırarak kitlelere yön verebildiklerini sanmaktadırlar. Ancak iş böyle değildir. İzleyiciler reklâmların verdiği mesajlardan anlık etkileşim yaşasalar bile televizyonun doğası gereği hemen ardından gelecek “gösteri”yle birlikte bu etkileşim de sonlanır. Sinema gibi bir sanat için de bu durum söz konusu olmuştur. Amaç olarak gerçekleri, belgeleri görsel olarak kitlelere sunmayı hedeflemesine rağmen sinema, görsel  büyüleyiciliğinin yanında mesajlarının önemini yitirmiştir. Sinema her daim eğlencenin yeri olmuştur. Kitleler, ellerinde patlamış mısırları ve içecekleriyle keyifli vakit geçirmek için sinemaya doğru yönelmektedirler. Yoksa yaşamın gerçekleriyle buluşmaya ya da yaşayışlarını sorgulatmayı hedefleyen mesajları almaya değil. Kitle,  bu  tüketen  tavrıyla  yalnızca  nesnelerin  somut   hallerini  değil soyut anlamlarını da tüketmektedir. Bir kara delik haline bürünen kitle olgusunun sessizliği, hiçbir sınıf, grup tarafından yani özne tarafından temsil edilemeyecek olmasından kaynaklanır. Kitlenin bu edilgin halinden ve sessizliğinden en çok politikacılar ve partiler etkilenmektedir aslında. Çünkü onlar “halkın seçtikleri” tanımlamasıyla halkı temsil ettikleri iddiasını taşımak zorundadırlar ancak halk onlara da belli bir gönderen iletmemektedir. Bu durumda partiler ve sivil toplum örgütleri, anketlere, sondajlara başvurmaktadırlar. Kitle, bu noktada da aşırı uyumluluk göstererek kendisine yöneltilen sorularda beklenilen cevapları verir. Kitlenin sessizliğini çözemeyen iktidar doğal olarak kendisine yöneltilen halkı futbolla, televizyonla uyutma suçunu seve seve kabul eder. Böylece bir simülasyon dönmüş varlığını yaşamakta ve yaşatmakta olduğunu düşünür. Halk politikanın ötesinde bir noktadadır. Örneğin 2006 yılında Paris banliyölerinde ayaklanan ve kundaklamalarla gündeme gelen göçmenler, Sosyalist Parti’nin programında önceliğe yerleşmişlerdir. Ezilenlerin partisi olma iddiasındakiler ezilenlerin durumunu onlardan öğrenir hale gelmişlerdir. Yine işin garip tarafı ise bu ciddi muhalefet görüntüsünün normalde sandıkta patlama yapması beklenilen sosyalistleri yanıltmış olmasıdır. Sandıktan çıkan sonuç tam tersi olmuştur. Burada kitlelerin keyfiliği de görünmektedir. Politikayla ilgilenmemektedirler bile. Onlar sorunsuz günlük yaşantılarıyla politikanın sonunu getirmişlerdir. Siyasi tartışmalar bile “talk show” havasında sürmektedir. Amerika’daki son seçim her ne kadar son yıllardaki en büyük katılımı içerse de bunun kitle için bir gösteri olması gerçeği değişmemiştir. Seçim gecesinden, siyahların gözyaşları arasında akılda kalan şey CNN televizyonunun “Star Warsvari” hologram teknolojisiyle spikerini stüdyoya taşımasıdır. Bizim gibi “küçük Amerika” olabilme idealiyle yaşayan bir ülkenin dikkatini fazlasıyla çektiği kesindir. Belli bir göndereni olmayan bu kitleler, gevezelik dışında sessiz kalarak tüm siyaseti şaşkına uğratmaktadırlar ve bu şekilde zaten simülasyon halindeki sağ ve sol politikaların ötesinde hipersimülasyon evresine taşınmışlardır.

Sessiz yığınlar görünümdeki kitlenin politikanın yanı sıra tarihi olanı da emip yok ettiğini söylemiştik. Kitle tümüyle günceldir ve şimdiki zamanda aranmalıdır. Tarihselin ağırlığı ve belki de “tarihten ders çıkarmanın” getirdiği sıkıcılık    kitleleri    güncel    olayları    önemseyip    anında    tüketmelerine yol açmaktadır. “Anı yaşamak” sloganının kitleler arası yayıldığını düşünürsek kitle iletişim araçlarından çok kitlenin kendisinin daha etkin bir kitle iletişim aracı olduğunu bir kez daha anımsarız. Benzer bir şekilde eskiden sığ bulunan özel hayatlar ve onlara olan ilgi kitle için vazgeçilmezdir. Matbaanın bulunması ve günlük-haftalık yayınların çıkmasından sonra uzun yıllar geçmesi beklenmiştir özel yaşamlarla ilgili dergilerin çıkması için. Günümüz İngiltere’sine bakıldığında en ciddi politik gazetenin bir milyon civarı sattığını görüyoruz. Ancak buna karşın, bulvar gazeteleri olarak adlandırılan yayınların, ünlülerin- sosyetenin işlevsiz yaşantısından bahseden yayınların tirajı üç milyon civarında gezmektedir. Kitlelerin aptal oluşu burada sığınılabilecek bir mazerettir. Ancak kitle aptal değildir. Tıpkı televizyonda eğlenceyi tercih ettiği gibi burada da The Sun, Nuts gibi dergileri tercih etmektedir. Güncel olan oradadır, eğlence oradadır. Ve bunları alan kitle eğitim düzeyi oldukça yüksek, dünya  edebiyatında belki de en etkin olan ülkenin ve o eserleri eğitim hayatlarında  veya yaşamlarında okumuş olanlarla dolu bir kitledir. Geçmişte çoğunlukla aşağılanan tutumlar günümüzde genele yayılmış ve bir avuç entelektüel dışında kimse tarafından hor görülmeyen bir hal almıştır.

Bir kara delik haline bürünmüş kitle, kendisine atfedilmeye çalışılan toplumsal kavramı için de benzer bir sonu hazırlamıştır ya da hazırlamaktadır.  Toplumsalın çıkışını Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimiyle şekillenen yeni dünya düzeninde bulabiliriz. Şehirleşmeyle birlikte kalabalıklaşan kitlelerin, çoğunlukla burjuva merkezli bir yaşam biçimi temelinde genel kuralları  üretmesi ve bunların çerçevesinde birlikte ilerlemeyi ortaya koydukları bir süreçtir bu. Bilinçli, hakkını arayan-alan, söz sahibi ve birlikte yaşamayı az çok ilke edinmeyi başarmış bireylerden oluşan bu görüntü bir anlamda modernitenin olmazsa olmazı durumuna gelmiştir. -Bizim gibi toplumlarda bu süreçler yaşanamadığı için Cumhuriyet, birçok atılımla toplumsallaşma bilincini  aşılamak istemiştir. Defalarca sekteye uğrayan hatta önü kesilen bu atılımlar sonucunda Batının bir asır önce ulaştığı toplumsallaşma durumundan çok uzaktayız- Toplumsal, kitlelerin tümünü içine alan bir kavram olmamıştır uzun bir süre. Zaman zaman değişebilen ancak iskeletini koruyan genel kurallarının, toplumsallaşmanın olmazsa olmazlarının sınırları dışındakileri kabul etmemiştir. Zaten  20.  yüzyılın  önemli  bir  bölümünde  de  bazı  gruplar  toplumsala  karşı durmuşlardır. Ancak bu gruplar asla bilinçli bir kitlesel direnişin parçası değil kendi orijinal yapılarını korumaya çalışan gruplardır. Bunlar soyut ve türdeş bir toplumsal modele karşı gelmekteydiler. Hippiler burjuva aile yapısını, kalıplaşmış toplumsal kuralları hiçe sayan bir tutumla zamanında toplumsal kavramının dışında kalmışlardır. Ancak onların bu taleplerini dahi karşılamaya başlayan ve görünüşe bakılırsa durmak bilmeyen “toplumsal” 80lerle birlikte onları da sınırları içine almaya çalışmıştır. Cinsel özgürlüklerle gelen eşcinsel evlilikleri, toplumsalın sınırlarını daha da genişletmiştir. Günümüzde batı toplumlarında hemen herkes toplumsalın içinde gibidir. Ve böyle olunca insan ister istemez her şey toplumsalsa o zaman hiçbir şey toplumsal değildir  demekten kendini alamıyor. Kitleler kapitalizmin ilk yıllarında sosyal haklarını mücadeleler sonucunda almışlardı. Şimdi ise bilinçli bir kitlesel hareket olmadan sürekli yeni haklar doğmakta ve aşırılık dâhil her şey toplumsalın içine alınmakta. Kara delik işlevini yürüttüğünü söylediğimiz kitle kendisine verilen haklara ve tüketime yöneltme çağrılara karşı aşırı uyumluluk göstererek toplumsalın sonunu hazırlamaktadır. Sağlık hakları, sosyal haklar tüketim toplumu sistematiğinde “tüketilebilecek” hal alınca sessiz yığınlar onları tükenmeden duramamaktadırlar. Çağın belası olarak görülen terörizm ise karşı koyduğunu iddia ettiği kapitalizm ve emperyalizme şiddet uyguladığını sanarken aslında kapitalizmin tek gerçek düşmanı olma ihtimali taşıyan toplumsala saldırdığının farkında dahi değildir. Toplumsala bilinçsizce saldırması, terörizmi sessiz kitleyle yakınlaştırmaktadır. Ancak batıdaki terör olgusunun bir doğal ya da elektronik bir felaketten farkı kalmamıştır. Bir terör ayaklanması şehirdeki mağazaların yağmalanması şeklinde bir kaosa yol açabilmekteyse, aynı şekilde Katrina sonrası halk sağlam kalabilmiş mağazaları yağmalamaktadır. Bu bağlamda terörün kendisine biçtiği tarihsel, ideolojik duruş işlevsizdir. İşte  sessiz yığınlarla terörü yaklaştıran bir diğer etken!

Bir zamanlar modern toplumun olmazsa olmazı toplumsal, simülasyon evrenine geçen sistemle birlikte karşı karşıya kaldığı yeni kitlelerce şişirilip patlatılmış gibidir. Bu toplumsalda bir devrim söz konusu değildir. Baudrilliard’ın salyangoz kabuğuna benzettiği gibi bu dönemde devrimler içe kıvrıla kıvrıla gerçekleşmektedir. Dışa patlayan enerji dolu değil ancak için için patlama yetisine sahip olabilirler. Bu da sessiz yığınların gölgesinde kaybolan kahraman(!) işçi sınıfının, devrimi beklemeye devam edeceğini göstermektedir. İşçilerin burjuva olmak istediği, işçilerin ya da çalışanların eşitliği değil mutluluğu aradığı hem de hiç durmadan aradığı bir çağda sınıfsal yaklaşımla devrimci çağrılarda bulunmak boşunadır. Kitle, dünyayı Marksist gözlüklerden görenleri aşıp geçmiştir. Son krizle birlikte “komünizmin hayaletinin” dolaşmaya başladığını söyleyenler aslında geç de olsa haklıdırlar. Komünizmin hayaleti dolaşmaktadır evet, ancak komünizm 20. yüzyılın ortalarından beri hayaletten öte bir şey değildir. Kitlelerin amaçsızlığından söz etmiştik. Tek geçerli ve etkin sistem olan tüketimde sessiz yığınlar o kadar amaçsız hale gelmişlerdir ki, bu kitleyi, günceli terk edip (en azından deneyip) kendini  doğaya bırakan ve orada ölen Christopher McCandles(Into the Wild filmine konu olan genç) mitolojik anlamlar yüklenerek azizlik mertebesine çıkartılmıştır. Hâlbuki O’nun tek yaptığı paranın ve tüketimin körelttiği gerçek zevklere ve var oluşun anlamına bir nebze de olsa ulaşabilmekti. Sessiz  yığınlar bu konuda da kafa yormak yerine genci ya kutsal olarak göstermeyi ya da deli olarak adlandırmayı tercih etmişlerdir, çünkü bu her iki anlamda da onlara “eğlenceli bir gösteri” gibi gelmiştir.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2009

Bunu paylaş: