Bedrettin Cömert – Adnan Binyazar

Bedrettin Cömert* 

Bedrettin üzerine ne yazılır, daha kanı kurumadan… Elimdeki kaleme bakıyorum; geçen yıl Ceyhun Abi (Atuf Kansu) armağan etmişti. Cebinden iki kalem çıkarmış, “Al, biri senin olsun, Adnan,” demişti. Sağ olsaydı, benim kalemin kardeşi de satırlar çiziktirecekti. Mürekkebi kurumadı daha kalemin; Bedrettin’in de kanı…

Masamın karşısında Bedrettin’in oturduğu koltuk. İri, kırmızının kırmızısı bir elmayı eline alıyor. Uzun uzun bakıyor. Elmayı kızıla boyayan varlığa kim bilir ne saygılar geçiriyor içinden. Sonra elmayı kütürdeten sağlam dişlerinin sesini duyuyorum. Bakıyorum, Bedrettin’in oturduğu yer soğumamış daha. Yitip giden dostlar gözlerimin perde arkasından geçtikçe ölüm sıcak geliyor bana. İçimdeki ölüm korkusunu yeniyorum.

Elimizde mürekkebi tükenmemiş kalemleri, ağzımızda ısırdıkları elmanın tadı…

Ben anımsamıyorum, kim duyurmuştu Bedrettin’in ölümünü?.. Kulağımda bir ses patladı Kurultay’ın (Türk Dil Kurumu) kalabalığına koştum. Kalabalıklardan daha da kalabalık sevgisi olan Emre’yle (Kongar) karşılaştım. “Bedrettin’i vurmuşlar!” dedim. “Vurulmak” sözünün nasıl umut dolu olduğunu anlıyordum. “Vurulma”, ölmek demek değildi. Emre, çılgınca “Ölmüş mü?” diye bağırıyor, bir köşeye yığılıveriyor.

Bedrettin’in ölümü ağıtlara boğdu beni. Nereye gittimse, “Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf çarşısında,” dedim durdum. Kanayıp kalan yürek ne yapsın, şiirlere sığmasın da…

Bu duygularla nasıl anlatılır Bedrettin? Bırakmalı, yürek ne derse desin… Olmuyor ama, dost, dostunun ağıdını ele yaktırmaz. Daha uzun süre, yürek ötesi bir şey söylenemez Bedrettin’e. Gözlerimin önüne, coşkulu sesiyle güzelleşen yüzü geliyor. Suut Kemal Yetkin, o ve ben… Düzeyli işler yapmanın yollarını arıyoruz. Hoca’nın ağzından çıkan her sözü beynimize yerleştirmeye  çalışıyoruz. Beynimizle yüreğimizle güzelliklerin ardındayız.

Bedrettin, beynini yüreğinden ayırmayan bir yazardı. Sanatının kalın çizgisi budur. Aziz Nesin, Madaralı Roman Ödülü’nü aldığında, Bedrettin’in O’nun üzerine yaptığı konuşma büyülemişti beni. Nesin’in gülmeceyi nasıl bir denge üzerine oturttuğunu ne güzel anlatmıştı… Ancak, yürekle beyin ürünü bir konuşma böyle etkili olabilirdi. “Bu yazıyı değerlendirelim, Bedrettin,” demiştim; “Bunlar not ağabey,” demişti. O konuşmadan, enine boyuna bir yazı çıkaracaktı. Bir süre öyle kaldı. Sonunda istediği biçimi verip getirdi yazıyı.

Fakir Baykurt ödül törenlerinin içtenlikli geçmesini istiyordu. Her şey özenle hazırlanmalıydı. Nesin üzerine böyle bir konuşma yapılması gerekiyordu. Bedrettin’i önerdim. Onunla bağlantı kurma görevi de bana verildi. İnce sesi telefondaydı. Ne güzel şeyler konuştuk gene. Bir gecede yazdı getirdi. Dinleyenlerden çıt çıkmadı. Konuşma sonunda, yerinden kalkan Bedrettin’i kutluyordu. Bir yazın bayramıydı o gün…

Adı sanı olanlar arasında bile bu tür işleri önemseyenler çok azdır. Bedrettin azlardan biriydi. Her çalışmasında, gece yarılarını sabaha ulayan emekler vardır. Tam bir sanat emekçisiydi. Kısa yaşamında ortaya koydukları gözden geçirilirse bu emeğin boyutları anlaşılır.

Bedrettin’in sanatı konusunda çok şeyler söyleyecek sanat tarihçisi, estetikçi vardır. Ben, anılara dayanarak bir iki noktaya değinmek istiyorum.

Yıllar önce, telefonda, yapıp ettiklerimizi birbirimize duyuralım, konu aşamasında da olsa, bir ön eleştiriden geçirelim yazacaklarımızı, diye sözleşmiştik. Kimi zaman, konunun çarpıcı etkisinden kopmadan alırdık  telefonu elimize. Daha çok da Bedrettin, yakaladığı güzellikleri duyurmadan edemezdi. İnce sesi telefon tellerinde uzardı. “Roma galerilerindeki ölümsüzler: Bernini, Caravaggio, Rubens, Correggio” adlı yazısı çıktığında açmış telefonu sormuştu. Yazıyı okumuştum. Belli, yaptığının anlaşılıp anlaşılmadığını merak ediyordu. En başta, mermer yontuların taş görünümlerinin ötesindeki duyguları, “insan”ı, sanatı anlatıyordu. Yazının ilk cümlesi şöyle idi: “Tüm müzeler, tüm galeriler,  hepsi  bir  çıldırı  bugacıdır.”  Sanatın  özündeki  çılgınlığı,  o  yaratım denen yüce çılgınlığı anlatmak istiyordu. Biliyorum, sanatın her dalı için söz konusuydu bu; iyi yorumlanabiliyorsa; izleyen, sanatçıyı anlama çabası gösteriyorsa… Sanat yapıtını görüp, dinleyip ya da okuyup  çılgınlıklar geçirenler vardır. Yaratımdan da öte çılgınlıklara erenler vardır. Bunu vurguluyordu Bedrettin. Yaratanın yaratım gücünü yaşamaktı bu. Böyle bir duyguyu, çok az kişinin duyumsadığı bir duyguyu sezdirmeye çalışıyordu. Yazı, beğenisi tam bir deneme havasında sürüp gidiyordu.

Kimi denemeler vardır, bin sayfalık roman veremez üç beş sayfanın verdiğini. Söz konusu ettiğim yazı bu türdendi. Şöyle sürüyordu: “Zorunlu gezme, gezdi desinler diye gezme tutsaklığından kurtulup, duyarlılığa saldırmak için törensel bir suskunlukta tetikte bekleyen bu yerlerde insanın kendini salt hazza bırakması, delirmelerin en güzeli kuşkusuz. Zaten dopdolu ve sımsıkı bir çılgınlıkta yitmedikçe, tanımsız duygu ve düşüncelere vurup vurup çarpılmadıkça, müze de, galeri de, sergi de ‘müzelik’ bir cansızlık, bir gömütlüktür.” Bu satırlar, Mikelanj’ın yaptığı “Musa” yontusuna bakıp “Konuş!” diye çekici sallamasındaki çılgınlığı anlatmıyor mu? Sanata  “çılgınlık” beğenisinden bakmayı başarıyordu Bedrettin. Yazdıklarındaki başarıyı, yaklaşılması göze alınamayacak konuları işlemesine bağlamalıyız.

Başarısının öbür yönü, kendine özgü bir bakış açısı, bir biçem kurmasından  gelir. Biçemi olan yazarlar, sözcükleri kendilerinin kılarlar. Ozanlarda görülen bu yetenek Bedrettin’de de vardı. Söz gelişi Bernini’ye yaklaşımındaki insancıllık, biçeminin ürünüdür; “Buyurun, bu şölen bir Bernini çağlayanı! Hışımla, hızla müthiş bir gerilimle sapanındaki taşı fırlatmak üzere Davut peygamber. Vücut dingin bir kütle değil. Kas ve kıvrımlardan oluşan bir devinim patlaması sanki. Aynı güçler çatışmasının yansımasını yüzde de buluyoruz. Dudaklarını sıkmış, gözleri hedefi deliyor kahramanın.  Korkuyor  insan, fırlamak üzere olan bu kütlenin karşısında. Kendiyle birlikte çevresindeki her şeyi de koparıp yer çekiminin dışına sürükleyecekmiş gibi. Tersine, yer çekimine meydan okuyan bir karşı-çekim.”

Mermeri yaratanın, mermerden etkilenmesinden doğan duygulardır bunlar. İnsan, sanatın özüne ancak kendi yarattığı bir biçemle varıyor. Onun yoluydu  bu. Yolunu kestiler Bedrettin’in, gök ekini biçmiş gibi…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergitemmuz2009

Bunu paylaş: