Akdeniz – Selin Süar

Akdeniz*

Akdeniz denilince akla ilk gelen Ege’nin sıcak insanları, Ege’nin yemek kültürü, deniz, güneş, kum ve kültürel olarak geniş bir perspektifte yer alan, İlkçağ’a uzanan çizgide Antik Yunan eserleri, kalıntıları gelir. Oysa Akdeniz ‘bir tatil mekânı’ olmaktan çok daha büyük ve önemli bir yere sahip olmuştur çağlar boyunca. Mehmet Ali Kılıçbay, ‘Bir Akdeniz Ütopyası: Akdeniz Birleşik Devletleri’ adlı yazısında Akdeniz’in sınırlarını şöyle tanımlar:

“Akdeniz, içinde yer alan Karadeniz ile birlikte 2.969.000 km²’lik bir alanı kapsamaktadır. Asıl Akdeniz kıyıları, kuzeyde İspanya, Fransa, Monako, İtalya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan-Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan,  Türkiye; doğuda, Suriye, Lübnan, İsrail; güneyde Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas arasında paylaşılmıştır. Ayrıca iki tane de ada devleti bulunmaktadır; Kıbrıs ve Malta.”

Yüzyıllar boyu kavimlerin, korsanların, çeşitli etnik kimliğe sahip insanların karışıp farklı bir kültür potasıyla yepyeni kültürler yarattığı bu sınırlar, ilk bakışta kendi içinde ayrılıp Balkanlar’ın soğuk iklimi veya Arapların çöl kültürü olarak görünse de İspanya’nın, İtalya’nın, Anadolu’nun, Roma esintileriyle Yunan estetizminin ve Arap kültürünün karıştığı yer olarak tarih sahnesinde adından çokça söz ettirir. Ticari açıdan deniz yollarının bulunması, anakaraların geçiş noktasında olması Akdeniz’i çok kimlikli hale getirdiği bir gerçek, ancak bu kadar geniş bir coğrafyada Akdeniz veya Akdenizli kimliğinden söz etmek mümkün mü?

Bütün bir Akdeniz tarihine değil belki, ama genel olarak Akdeniz tarihine göz atıldığında kanlı savaşların hiç eksik olmadığı görülmektedir. Bunun başlıca nedeni ticari yolların ve geçiş köprülerinin bu bölgelerde yer alması veya diğer bir söylemle stratejik noktalara sahip olmasından ileri gelir. Bölge toplumlarının şekillenmesi de siyasi/politik olaylardan kaçamayacak ve Akdeniz’de ‘krallıklararası’ evlilikler yapılıp, kızlar alınıp verilerek bu güçlü birlik pek çok hükümdarlık tarafından daha da sağlamlaştırılmaya çalışılacaktır. Henüz ilk çağlarda olgunlaşmaya başlayan Antik Yunan’ın politeist çizimleri de bütün bu özgürlüğü, asiliği, politik olayları vb. Tanrı ve Tanrıçaların bitmek bilmeyen birleşmelerine, Tanrıların rahat durmayan arzularına, basit bir güzellik yarışmasından doğan kinlere, kız kaçırmalardan temel alan savaşlara atıflarda bulunularak  vücuda getirmiştir.  Akdeniz’in  karışık  kimlikli  oluşu,  dinlere de sıçramış ve ölümlülerden ölümsüzlere, yarı ölümlülere kadar çeşitli ırklar kitaplarda yerlerini almışlardır.

Akdeniz’in topraklarında barınan toplumların din şekillenişleri kişilerin birbirleriyle ve toplumların diğer toplumlarla olan ilişkilerinden temel alır. Sümer, Mısır, Babil, Asur, Yunan vb medeniyetlerinde erkek ve kadının konumunun, Ortaçağ baskı kilisesinden farklı olmadığı görülür. Erkek her  zaman birincil konumda, kadın ise ‘mesleği’ gereği ya fahişe ya da bir köle gibi çalışan ve evde beslenen, çocuk doğuran ikincil bir konuma sahiptir. Daha sonra oluşacak tek tanrılı dinler, politeist inançların üzerinde temellenmesine rağmen pek çok şeyi de yasak kılmışlardır; ensest ilişki ve ‘oğlancılık’.

Oğlancılık sözcüğü günümüzde genel olarak, bir yetişkinin küçük bir çocuğa karşı duyduğu cinsel çekimi tanımlamakta kullanılmakta; oysa Yunanlılar için, bir erkeğin ergenlik yaşını geçmiş, ama olgunluğa henüz ulaşmamış bir oğlan çocuk için duyduğu sevgiyi ifade ediyordu. ‘On iki yaşında bir oğlanın tazeliği’ diyordu Straton, ‘arzu uyandırır, ama on üçünde daha da hoştur. On dördünde açan aşk çiçeği daha da tatlıdır ve on beşinde cazibesi artar. On altı, ilahi yaştır.’ Eski Atina’da günümüzdeki anlamıyla eşcinsellikten, yani, aynı yaş grubu içersindeki iki erkek arasındaki eşcinsellikten pek ender olarak  bahsedilir; ergenliğe ulaşmamış bir erkek çocukla ilişki kurmak da diğer pek  çok uygarlıkta olduğu gibi yasadışıdır.”

Yunan ve Roma’da adından sıkça söz ettiren, var oluşunu vazoların, heykellerin, yazıların arasında belirten eşcinsellik, Akdeniz insanında, bugün bile söylenmesi ayıp karşılansa da oldukça büyük ve önemli bir yere sahiptir. Tarihçilere göre bu eğilimin nedeni, kadın ve erkeğin ayrı yerlerde olması, aynı zamanda ‘öğretmen- öğrenci’ ilişkisine dayanan ve sıcak iklimden dolayı cinsel organları açıkta bırakan veya incecik beyaz bir örtüyle saran giyimlerin kışkırtıcılığından ileri gelir. Dinlerde tamamen yasaklanmış olsa da bugün Yahudilerden Araplara kadar pek çok kadının veya erkeğin, eşcinsel ilişki yaşadığı bilinmektedir.  Bunun yanı sıra ensest ilişki de açıklanmayan, saklı tutulan kayıtlarda yer almasına rağmen, çocukların ailelerinden gördüğü cinsel tacizler, zorla girilen ilişkilerin dosyası da hayli kabarık.

Akdeniz insanının ortak yüzü…

Günümüzde pek çok sanat dallarında Batı’nın üstünlüğünden söz etmek  mümkün görünüyor. Ancak Akdeniz’i ayrı tutup Batı düşünürlerinin sanatı yönlendirmesine  bakıldığında  karşımıza  hep  şu  durum  çıkar.  Akdeniz insanı döngüselliğe, çoklu yaşama, geniş ailelere ve yüksek tonlamalı konuşmalara alışkındır. Batı’nın edepli tonlamaları, yalnızlığa ve az konuşmaya alışkın olması, bugün sanatı etkilese de Batı kültürü de bir yanıyla Antik Yunan kültüründen kaynağını alır. Konuya sanattan girdim, çünkü bunu başlangıçta en iyi açıklayabileceğim sanat dalı tiyatro üzerinden örneklendirerek yapmak isterim. Batı tiyatrosunda izleyicinin çıt çıkarmadan olayları takip etmesi, oyuna zamanında gelmesi ve olaylara müdahale etmeden oyuna dâhil olması önemli bir özellik olarak göze çarpar. Oysa Akdeniz ya da Batılılara göre Doğulu denilen tiyatro şekli asla bu değildir. Doğunun yaşamı döngüsellik içerir. Türk tiyatrosundan da aşina olduğumuz tuluata dayalı sanatlar, asıl olarak bir Akdeniz geleneğidir. İzleyicinin zaman endişesi yoktur, oyuna sonradan da dâhil olabilir ve bu oyunlardaki en önemli özelliklerden biri izleyici ile oyuncular arasında konuşarak, oyuna toplu müdahalede bulunularak iletişim kurulmasıdır. Oyuncular her zaman ortada olur ve izleyiciler döngüsel bir oturma/izleme şekliyle tiyatrodaki yerini alır. Doğunun tiyatrosu günlerce sürebilir de. Oysa Batı tiyatrosunun başlangıç, gelişme ve sonuç bölümleri mevcuttur.

  • Akdeniz geleneğinde toplumun tüm oluşumlarına değinilir. Gündelik olaylardan siyasi konulara, en fakir, en farklı, en alt kesimden saraylılara, aristokratlara kadar her kesimden kişi konular içinde yerini alabilir. Antik Yunan tiyatrosunda ilk etapta ortaya çıkan tragedya, yalnızca üst kesimden olanlara hitap etse ve insanüstü özelliklerle  donatılan kahramanla yola çıksa da toplumun her kesiminden ve her konusundan dâhil olan komedya ona yetişmekte
  • Eğlenceye ve rahatına düşkün olan Akdeniz insanını tasvir eden Dionysos şenlikleri de çalışmaktan ve bütün gerekliliklerden başını kaldırıp biraz olsun keyfine bakma arzusundan kaynaklanır Akdeniz insanının. Batılıların Oryantalizm dediği mistik öyküler, Doğunun kapalı ve yasak ama her yanıyla açık olan bedenleri, arzuları bu yüzden Batılı insanı etkilemiştir. Binbir Gece Masalları, çok tanrılı dönemde tanrı ve tanrıçaların hikâyeleri, insan-hayvan karışımı yaratıklar, ölümsüzlük vurgulamaları, periler, cinler ve var olmayan bambaşka bir dünyanın tasviri, Akdeniz kültüründe farklı görünüm ve hikâyelerde yerlerini alır.
  • Geçmişe dönüp bakıldığında da birbirlerinden farklı ve özgürlüklerine düşkün olan Akdeniz sınırlarına dâhil bütün oluşumların birbirinden etkilendiği görülür. Yunan antik çağ kültüründe Mezopotamya insanlarının kültürel benlikleri bulunur. Yine aynı şekilde birbirinden uzak olan bütün kolonilerde özünde aynı olan kültür, davranış ve dini şekillendirmeleri bulmak mümkündür. Umut, hayata karşı direniş, en kötü zamanda bile ayakta kalma çabası, melankoli, çocuklar, yaşlılar, hayvanlar, büyükler, deniz, şarap, müzik, el ele tutuşularak yapılan çoklu danslar ve yemek; Akdeniz kültürünün olmazsa olmazlarındandır. Karakterlerin davranışlarında bir Batılı’nın keskin hatları ve tutarlılığının tam aksine, bir esneklik daima söz konusu olur.

“Tüm karşıtlıklar burada birbirine meydan okuyor. Predrag Matvejevic’in Akdeniz için çizdiği şemaya göre: “Evrenselliğe karşı yerellik. Agoraya karşı labirent. Dionysos neşesine karşı Sisyphos kayası. Alethia’ya karşı enigma. Atina’ya karşı Sparta. Roma’ya karşı barbarlar. Doğu İmparatorluğu’na karşı Batı İmparatorluğu. Kuzey kıyısına karşı Güney kıyısı: Avrupa’ya karşı Afrika. Hıristiyanlığa karşı İslam. Katolikliğe karşı Ortodoksluk. İsa’nın öğretisine karşı Musevi soykırımı.”

  • Asilik söylemlerinin yanında yer alan kapalılık, bireysel yalnızlığa ve hayatın soyutlamalarına karşın birlik oluş gibi öğeler Akdeniz insanının içinde barınan temel karşıt duruşlar olduğundan tüm bunlar sanata da yansır ve görsel, işitsel şekillerde karşımıza Akdeniz’in ürettiği, Akdeniz’den izler taşıyan eserler gelir. Sinemanın kendi kimliğini ve kodlarını kazandığı dönemden bu yana karşımıza çıkan Akdeniz kodlarına bürünmüş bir Akdeniz sineması, tür olarak diğer türlerin yanında yer alamamış olsa da böyle bir söylem mevcut bulunmaktadır. Çünkü bir filme ‘Akdeniz Sineması’ diyebileceğimiz alt kodlar ilk etapta göze çarpar.
  • Akdeniz Sineması adı altında değerlendirilen filmlerin genel yapısı, deniz görüntüsüyle filme açılış yapmalarıdır. Mavilikler ve deniz, Akdeniz insanı için hem yaşam biçimi hem de ekmek kapısıdır. Aynı zamanda mitleştirilen ölümler de denizde yaşanır. Özellikle Angelopoulos sinemasında dikkat çeken mitolojiyle birleşen ölüm anının denizle beraber gelmesi ve yeraltı ruhlarının, yaşayan bedenden ruhu alıp derinliklere götürmesi göze çarpan metaforlardandır.

Deniz, Akdeniz için hem yaşam hem de ölüm kapısıdır. Peşi sıra filmin geçeceği mekân çerçeveye düşer. Filmde yer alan karakterler ilk dakikalarda gösterilebileceği gibi, Akdeniz insanının ve çocukların oraya buraya koşuşturmaları da karşılaşabileceğimiz göstergelerden biri haline gelir.

“Fernand Braudel, Akdeniz tarihinin yalnızca vak’a-i nüvisler tarafından kaydedilenlerin kronolojik düzenlemesiyle yazılamayacağını belirtir. Leonardo Da Vinci’nin zaman anlayışına son derece yakın bir yaklaşımla üç katmanlı bir çalışma önerir. Da Vinci’nin üç katmanı jeolojiye, arkeolojiye ve insana ilişkindir. Braudel de sırasıyla mekânı, toplumların oluşumunu ve tarih sahnesindeki önemli aktörleri ele alır. Akdeniz sineması, Akdeniz’in ayrıntılı araştırmacısı Braudel’e yakın bir izlek tutturur. Filmler bize öncelikle Akdeniz’in doğasına egemen olan denizin mavisi ile açık beyaz gökyüzünden, adalardan görüntüler sunar. Ardından insanların inşa ettiği yapılar gösterilir ve insanlara geçilir

  • Akdeniz adalarında yaşayan ve siyah giyimli, eşarplı kadınlar, sıcağa rağmen denizden gelen esintinin ve geçmişlerinin vermiş olduğu ‘yasak’ların bünyesinde kendini gösterir. Yük taşımada veya beslenmede kullanılan hayvanlar mutlak surette bu görüntülerde yerlerini alırlar. Akdeniz sinemasında katırın, eşeğin, devenin, koyunun önemli bir yeri bulunur. Bu bazen hayvan seviciliğine tekabül eder, bazen de olduğu gibi gösterilir. İnsanların sıcaktan dolayı yarı çıplak ve serserivari halleri, sokak ortasında yapılan kavgalar, dövüşler, eğlencelerde yerlerini alır. Akdeniz kıyılarına özgü şekilde gelişen ritmik ve oryantalist ezgiler arka fondan hiç eksik
  • Akdeniz sinemasında dikkat edilebilecek bir başka nokta da karakterlerin ve olayların tarihsel bir olayın arka fonunda kendilerini öne çıkarmasıdır. Bu türden sayabileceğimiz her örnekte mutlaka bir savaşın veya toplumsal bir olayın izlerini görmek, eleştirel bir bakış açısıyla savaşları irdelemek veya bir yanıyla milliyetçi diğer yanıyla insancıl olan kişilerin ruh hallerini betimlemek mümkündür.

Abartılı, ama mutaassıp bir yaşamın değişen yüzü Akdeniz filmlerine damgasını vurmuş yönetmenlerde vücut bulur. Federicco Fellini, bu çizgide, dünyada yer edinmiş sayılı yönetmenler arasında yerini alır. En bilindik örneğiyle Amarcord, Akdeniz sinemasının tüm düşsel ve abartılı örneklerini, siyasi arka planda vermektedir. Amarcord, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde verilir. Gabriele Salvadores’in yönettiği Mediterraneo adlı filmde de İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan faşizmini ve Mussolini’nin izlerini ironik bir havayla anlatan bir tarzda yakalarız. Yine aynı şekilde Batı Beyrut’ta (Ziad Doueiri) 1975’te Lübnan’da savaş ortamında iki çocuğun yaşamının, savaş ortamında, düşman olmaları gereken bir kız çocuğunun da aralarına eklenerek hayata olan bakışlarını, mücadelelerini, korkularını ve sevinçlerini anlatır.

  • Çocuk teması bu sinemanın önemli başatlarından biridir. Grup halinde koşuşturan, oyun oynayan çocuklar fonda her zaman görünebileceği gibi çocuğun veya çocukların gözünden yaşanan olayların, büyüklerin davranışlarının panoramasın“Ziad   Douerri’nin   1997   yapımı   Batı   Beyrut’unda,   Lübnan’da   olayların başlangıcı ve hızla ivme kazanması süreci iki çocuğun gözüyle anlatılır. Halkın iradesinden bağımsız olarak bir senaryo düzeneğinde ortaya çıkan savaş, ucuz duygusallıklara kapılmadan yaşam pratiğinin içinde kendini gösterir. Çocuk dünyasının alılmadığı göstergelerle yeni bir anlatı kurulur. Bu yeni anlatının nakledici ve eleştiriye yönlendirici bir yanı vardır. Kültürel bağlayıcı yapının  bir nesnesi olarak çocuk, Akdeniz sinemasının başat öğelerinden biridir.”

Zira aynı şekilde Gabriele Salvadores’in yönettiği Mediterraneo’da İtalyan askerleri ilk olarak çocuklarla karşılaşırlar. İki asker uyurken, çocukların onlardan birinin burnunu kurumuş bir ot parçasıyla gıdıklaması ve askerlerin uyanması sonucu çocuklar neşe içinde sağa sola dağılırlar ve çocukların neşesiyle, oyunuyla ıssız kasabanın beyaz çarşaflar ardındaki kalabalık görüntüsü, adanın boş olmadığını gösterir.

  • Çocuk ve yaşlı ilişkileri, çocukların peşi sıra gelen yaşlıların görüntüleri de göze çarpan sıcaklıklardandır. Kasabanın boş olmadığını gören askerler, etrafa baktıktan sonra bir yaşlıyla konuşmaya çalışırlar yine aynı filmde ve yaşlı onların söylediklerinden hiçbir şey anlamayarak onlara bir domates uzatır. Ardından kiliseyi göstererek “Papas!” der. Askerlerden biri de “Babası hâlâ yaşıyor mu?” diyerek ilk iletişimi sağlamış olur. Güldürü öğelerinden ve Akdeniz insanının samimiyetinden bahsedilmek için en güzel öğedir yaşlı-çocuk ilişkisi ve görüntüleri. Bununla beraber bu göstergenin önemli bir art açıklaması da geçmiş ve gelecekle olan bağlantıdır. Yaşlılar yaşamışlar ve çocuklara bunu aktarmışlardır, çocukta geçmişe dair bir düşünce vardır ve yeni düşüncelerle, kendi yaşadıklarıyla bunları birleştirmekte, hayata; tecrübe etmediği, ama geçmişten aldığı izlenimler ve kendi izlenimlerinin bir harmanlamasıyla bakar. Kültür aktarımında önemli bir köprü olan yaşlı-çocuk teması kültürel bağlamda köprü görevi gören bir yapı niteliğindedir.
  • Akdeniz sinemasında dini kavramların da önemli bir yeri bulunur, ama bir farkla; dinle mutlaka bir yerinden dalga geçilir, din hafife alınır. Bunun en güzel örneği yine Mediterraneo’da göze çarpar biçimde verilir. Kilisenin ikonaları eskimiş, dökülmüş ve resimler kaybolmaya yüz tutmuştur. Kilisenin papazı, İtalyan askerinin güzel resim yaptığını gördüğünde kilise duvarlarını boyamasını rica eder. Asker gerçekten de ikonalara uygun, azizlerin resimlerini yapar ancak, her aziz gelen askerlerden birinin yüzünü taşır. Aynı şekilde Zorba’da da dinsel ayrımlar yüzünden yaşanan karışıklık, bir deli olarak görülen Aleksis Zorbas tarafından önemsiz görülür, din yüzünden insan ayrımcılığına giden yolda Zorba, bir tampon görevi görür. Yine Batı Beyrut’ta Beyrut’un dinsel kimlik yüzünden de ikiye ayrılması üzerine, aynı apartmanda oturdukları kızın (May) Hıristiyan olmasından dolayı iki yakın arkadaşın (Tarık ve Ömer) yaşadığı tartışmalar konu edilir. Ancak May, boynundaki istavroz kolyesinin kavga nedeni olduğunu gördüğünde ve kolyeyi çıkarıp teslim ettiğinde dinin hiçbir anlamının olmadığı göstergesi verilmiş olur. Angelopoulos filmlerinde de mitoloji ve kültür bağlamında sunulan kodlarda din, milliyetçilik ve gelenekler mutlaka bir yerinden eleştirilir. Dinsel ve milliyetçi gösteriler içi boş bir komedidir onun için. Kasvetli havaları tercih etse ve Kuzeyliliği gösteriyor gibi olsa da Akdeniz sinemasında da yağmurlu havalar, gri bulutlar olduğu unutulmamalıdır.
  • Milliyetçiliğin göstergelerine Akdeniz sinemasında mutlaka rastlanır, çünkü her şeyden önce filmlerde siyasi bir arka plan; bir savaş, halkın bölünmesi, faşizm ağırlıklı göstergeler mevcuttur. Bunun yanı sıra Akdeniz insanının kendini üstün görme, diğerlerinden farklı olduğunu düşünmeye eğilimli bir yapısı vardır. Çok kimlilikten dolayı karışıklık çıkması her zaman muhtemeldir. Birileri gelir, bir olay olur ve insanlar ikiye bölünür. Çocukların işlevi burada önem kazanır işte. Büyüklerinden aldıkları korku, korumacı duygu ve üstünlük; yaşadıkları, gördükleri olayların ardından paramparça olur. Bir oyundur onlar için üstün olarak addedilen bütün değerler. Batı Beyrut’ta Tarık’ın babasıyla aynı aynanın önünde tıraş olurken yaptığı konuşmada bunun bütün ayrıntısı gizlidir. Baba, geçmişinden, Arap kültüründen, önemli değerlerden bahsetmektedir ancak Tarık babasını tersler “Arap değilim ben, ben Fenikeliyim!” Bir yanda öz kimlik, diğer yanda Akdenizlilik… Oysa kargaşa çıkmadan önce aynı çocuk,  okuduğu Fransız okulunda megafonun sesini açıp Arapçasını konuşturmuş, arkadaşlarına Akdenizli kimliğiyle değil, öz benliğiyle hitap etmişti. Bir yanda sahip çıkma ve üstün görme, diğer yanda bütünlük, birlik… Akdeniz insanının diyalektik yapısı da işte bu ikilemden gelir.
  • Kişilerin su koyuverdiği, geçmişini eleştirmek, geleceğini düşünmek yerine bütün olumsuzluklara ve şanssızlıklara, bütün ideolojilere sırtını döndüğü anlar yaşanır Akdeniz sinemasında. Akdeniz, en başından beri verimli toprakları, dinsel şölenleri ve soyutlamalarıyla beraber dişil bir oluşumdur. O dişiyi elde etmek için binlerce insan helak olmuş, bu topraklar için canını vermiştir.  O yüzden melankolik bir hava da vardır bir yanında. Ruhun  depresif bir hale girmesi değildir bu melankoliler. Durup bir an için düşünmek, geriye bakmak, geleceği öngörememek ve her şeyin bir saçmalık olduğuna kanaat getirmektir. Akdeniz insanı hayatının farklı dönemeçlerinde, özellikle de zor zamanlarda yaşar tüm bunları. Çıkış yolu bulamaz, içer içer ağlar, dans eder; ruh, düşüncelerle çatışır. Ölüm ve yaşam iç içedir çünkü Akdeniz’de. Genel olarak bakıldığında dine büyük bir bağlılık, hatta kimi yerlerde bağnazlık derecesine varan bir kapalılık vardır, ama en dindarından en ateistine kadar bir yerde durur, etrafına bakar ve gizliden de olsa Tanrı’ya karşı gelişin, oburluğun, bol bol şarap tüketmenin, eğlencenin, âşık olmanın ve cinselliğin tadına varır. Bunun için de hiç utanmaz. Hakkı olduğunu düşünür belki de. Melankolinin bir başka görüngüsü de kadınlar üzerindedir. Cezalandırma, taşlama, dışlama, kıskançlık ve ölüm temaları bir kadın üzerinden anlatılır.

“Akdeniz sinemasında halkın bu tarihi dönemeçler sırasında duruşu gerçekçi   bir biçimde sunulur. Yaşam sürmekte, savaşa karşın yaşam sevinci kaybolmamakta, yer yer duraklamakta ancak yeniden canlanmaktadır. Bu bağlamda kuzeyli ya da batılı sinemanın benzer temaları depresyonun, Akdeniz’de ise melankolinin çevrimini aktardığını söylemek mümkündür. Akdeniz’in dişil imgesi melankoliye yatkın görünür. Depresyonun ya yaşam ya ölüm, melankolinin hem yaşam hem ölüm karakteristiği bu karşıtlığın temelini oluşturur. 2000 yapımı Guiseppe Tornatore yapımı Malena’da II. Dünya Savaşı sürmekte, anlatıcı çocuk da hayatının ilk büyük tek kişilik aşkını yaşamaktadır. Gençliği,  güzelliği  ve  kocası  savaşta  olduğu  için  küçük  bir  kasabada tehdit unsuru olan Malena’nın Alman askerlerine fahişelik yapmasıyla, Mussolini’nin İtalya’yı Hitler’e teslim etmesi arasında paralellik kurulur. Kadınlardan oluşan bir grup Malena’yı taşlar, saçlarını keser, döver. Malena kasabayı terk eder. Döndüğünde savaş bitmiş, Malena kocasına kavuşmuş, her şey unutulmuştur. Bir Pazaryerinde diğer kadınlar, kocasıyla döndüğü için artık tehdit unsuru olmayan Malena’yı sessizce kabullenirler. Malena çok çarpıcı güzel yaşamı çok sorgulamadan yaşayan bir genç kadından, tehlikeli bir genç dula dönüşmüş, yas dönemi melankolisini yaşayamadan çevresi kasabadaki erkekler tarafından sarılmıştır. Almanlarla ilişkisi onun bir tür cehennemidir. Ancak kasabaya döndüğünde Malena olgunlaşmıştır. Artık yaşadıklarını ve yaşayacaklarını sabırla karşılayacak bir kadındır. Çocuk da tüm bu serüvenin sessiz tanığıdır.”

Zorba’da da buna benzer bir sahne yaşanır. Sokak ortasında kadınlar tarafından taşlanan, dışlanan, cezalandırılan ve tüm bunların şölen havasında olduğu bir dul fahişe kurban, Zorba’nın kendisini ortaya atmasına ve bunların yapılmamasını istemesine rağmen gerçekleşir. Ancak Mediterraneo’da bunları göremeyiz. Orada da Vassilisa adında bir fahişe vardır ancak, köylüler tarafından dışlanmamaktadır. Belki de köyde erkek olmaması, hepsinin savaşta olması, kadınların Vassilisa’yı umursamaması için bir nedendir, ama Vassilisa da bir İtalyan askeriyle evlenecek ve hayatında en çok istediği şeyi kocasıyla o adada kalarak yapacak, tavernasını açacaktır. Vassilisa’nın annesinin, büyükannesinin, kız kardeşinin oluşturduğu bu melankolik yaşam, bu ‘meslek’ (fahişelik) zinciri kırılacak ve her şey mutlu sonla bitecektir. Mediterraneo’da en çok eleştirilen özelliklerden biri de budur. Filmde her şey oldukça oryantalist ve Amerikanvari neşeli ve mutlu sonlarla verilmiş, bu da olumsuz eleştirilere yol açmıştır.

  • Bu türde görebileceğimiz bir diğer önemli öğe de bir delinin mutlak varlığıdır. Filmi neşelendiren veya doğru söz söyleyen deli karakteri, aslında insanların peşlerine düştükleri idealler ve birbiriyle çarpışmasının gereksiz olduğunu yineleyecek türden bir görev üstlenir.

“Zorba’daki deli, diğer insanların karşısında katı toplumsal kuralların insani değerler söz konusu olduğunda delinebileceğini göstermek için vardır. Toplumun dışında tutulan genç dulun, bir diğer toplum dışının iletişim kurduğu tek varlık olarak trajedisini bir tek o deli duyar. Aleksis Zorba da pek çoklarına göre bir tür deli, Foucault’un kayıtlardan çıkardığı tanımlara bakılırsa bir meczuptur. Meczup, toplumun kurallarına aykırı davranışları ısrarla gerçekleştirmeye çalışanlara denmektedir ve Foucault’un aktardığına göre kişinin zihin karışıklığı, dava açma meraklısı olması, kötü ve kavgacı olması, gece gündüz şarkı söylemesi ve dine hakaretler savurması, çok yalancı olması meczup sayılmasına neden olmaktaydı. Zorba tam da böyle bir meczuptur. C. Levi-Strauss’un yaptığı bir sınıflandırmadan hareketle Halbswach’ın açıkladığı soğuk toplum türüne, değişime direnen toplumların bir örneği olarak Giritlilerin karşısında, yine diğer deli gibi insani olanı vurgulamakta, kaybettiği oğlunun acısı karşısında dans ederek, arkaik biçimlerle ilişki kurmaktadır. Meczup,  Zorba geçmiş ile bugün arasında kurduğu köprüyle kişilerin karşısında bir tür vicdan görevi görmektedir.”

  • Kaynağını Dionysos şenliklerinden alan yemek ve içki kültürü, Akdeniz insanını aynı masa etrafında birleştiren unsurlardandır. Yemeklerin hazırlanışı, özenle sofraların kuruluşu, ışıklandırılmış alanlar ve olmazsa olmaz müzik, en melankolik veya neşeli anlarda herkesi bir araya toplar. Kavgalar, gürültüler, siyasi konuşmalar, çoluk çocuğun dertleri, aşklar, ağlayışlar bu masa etrafında, masanın kurulduğu alanlarda gerçekleşir. Şarap kana karıştıkça cinsel isteğin artması, sözlerin bulanıklaşması, adımların birbirine karışması veya alkolün serotonin (mutluluk) hormonu salgılanmasının artışını sağlaması üzerine büyüklerin çocukça davranışlar sergilemesi göze çarpar.

“Dionysos, şarabın ve bütün hayatın tanrısıydı. Her yıl doğan ve ölen Dionysos, doğadaki yaratılısın ve ölümden sonra yeniden dirilişin esrarlı varlığıydı.  Şarap, evrende hiç durmadan devreden, aynı bütünün içinde  türlü  şekillere giren hayat kudretini sembolleştirmektedir. İnsan şarapta tanrı ile birleşir, daha güzel bir hayata doğmakla kalmaz, aynı zamanda evren’e düzen veren külli akıla katılır. Dionysos dininin büyük özelliği bağlılarının (Bakkhalar)  kudurmuşcasına kendinden geçmeleri (Yu. extasis) ve tanrıyı kendi içlerine aldıklarına inanmalarıdır. Dionysos’a tapanlar, onun kendilerine vahşi hayvanlar biçiminde göründüğüne inanıyorlardı. Bu yüzden şarap içip kalabalık sarhoş sürüler halinde dağlara çıkarlar, naralar atarak döne döne raks ederler, karşılarına çıkan hayvanların üstüne kudurmuşçasına atılıp parçalarlar ve çiğ çiğ yerlerdi. Böylelikle tanrıyı içlerine almış oluyorlardı. Dionysos dini, geniş halk yığınlarında, özellikle kadınlar arasında yayılmış ve tutulmuştur.”

Bir Akdeniz ülkesi olan Türkiye’de Akdeniz Sineması…

Türkiye’de Akdeniz sineması olarak adlandırabileceğimiz film örnekleri daha çok son zamanlara ait ve azdır. Örneğin Dondurmam Gaymak filmi, 1990’lı yıllarda Ege’deki küçük bir kasabada dondurmacı olan Ali Usta’nın, yakın çevresinin alaycı eleştirilerini kale almayarak büyük dondurma şirketleriyle mücadelesini anlatır. Kapitalizme yönelen eleştirinin ve insanların yaşam kavgasının anlatıldığı filmde Akdeniz sinemasının kodlarına uygun göstergelerden bulmak mümkün. Yerel televizyona reklâm filmi çektirmenin yanında, kredi çekip bir de motosiklet satın alır Ali Usta. Motorun arkasına monte ettiği uydurma römorkuyla, peşinde dondurmaya göz diken çocuk çetesi olmasına rağmen köy köy dolaşıp promosyona başlar. Filmin yönetmeni Yüksel Aksu, film için İtalyan sinemasından etkilendiğini belirtirken, Akdeniz insanının samimi ve sıcak havası içinde olayları vermesi, oyuncularını halktan seçmesi ve Türkiye’nin “Küçük Amerika” gerçeğine, geleneklerin kaybedildiğine dair bir ışık yakması açısından başarılı denilebilecek türden.

Diğer taraftan Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filmi de gişe rekorları kırması ve insanları hüngür hüngür ağlatması bir yana dursun, Akdeniz sinemasının başlıca öğelerini taşıması yönünden seçkin bir film. Seksenli yılların darbe ortamı ve kargaşasından başlayan ve annesiz doğan çocuğun, babası kanser olduğu için dedesi ve babaannesine teslim edilişi, kendi Akdenizli akrabalarıyla neşeli, bol sohbetli dünyasına kendi dünyasından bakması; kurduğu hayaller, acı gerçekler, amcasının bir deli oluşu ve Akdeniz sinemasındaki deli tanımı ve göstergeleriyle aynı işlevde hareket edişi, babaannesinin kız kardeşinin kendisini diğerlerinden üstün görüşü, yerel dilleri, müzikleri, hayal dünyası, ayrılışları, yakınlaşmalarıyla, melankolisi ve sevinçleriyle dolu bir film.

Görüldüğü üzere Akdeniz sinemasının kendine ait kodları ve anlatıları vardır. Yeniden toparlama yapmak gerekirse sokaklar, insanlar, hayvanlar, kalabalık, deniz, çocuklar, yaşlılar, soyut kavramlara bağlılık ve diğer yandan onlarla dalga geçme, acı ve neşenin bir aradalığı, insanların ikilemleri ve yaşadıkları diyalektik süreç, siyasi olaylar, Akdeniz’in iklimi, yemeği, müziği ve ilk çağlara ait mitsel geleneklerinin kalıntıları Akdeniz sinemasında bulunur. Bütün bu bileşkeler geçmişe gönderme yapar, bugünü yaşar ve geleceğe bir bakış açısı sunar. Her neresinden alınırsa alınsın, alt okumalarında Doğu’nun mistisizmini ve Batı’nın estetiğini barındıran Akdeniz sineması, kendi kültürünün içinden gelen ortak bileşkelerde kendini su yüzüne çıkarır.

Aptal da vardır akıllı da, fakiri de yer alır zengini de, okumuşu, cahili, delisi, ırksal kavramların bir yandan sahiplenilip diğer yandan reddedilişi, kıyımlara neden olan siyasi olaylar veya savaş panoramasından halkların farklı bir çizgide ayrılıp yeniden bütünleşmesi, toprağın dişiliği, denizin yaşam kaynağı ve ölüm meleği oluşu; her biri bu türün içinde gösterilir. Ancak Akdeniz sineması, popüler sinemada tür sınıfı arasına girmediği için henüz tür olarak kabul edilmemiştir, fakat içinde barındırdığı görsel kodları belirgin olarak sunuşu ve kendine ait bir göstergesel/dilsel varlığı görmezden gelinemez.

KAYNAKÇA

— Mehmet Ali Kılıçbay, ‘Bir Akdeniz Ütopyası: Akdeniz Birleşik Devletleri’, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl:9, Sayı:34, Kasım, Aralık, Ocak 2005–06, s.232

—Özlem Hemiş Öztürk, ‘Akdeniz’de Kültürel Belleğin Fragmanları ve Kültürel Belleğin Taşıyıcıları: Çocuklar, Deliler, Entellektüeller’, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl:9, Sayı:34, Kasım, Aralık, Ocak 2005–06.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergihaziran2009

Bunu paylaş: