Rafine Kültürün Kapitalizme Bağışıklığı Yok Ki – Murat Akgöz

Rafine Kültürün Kapitalizme Bağışıklığı Yok Ki* 

Çoğumuzun şakacı, hınzır bir akrabası vardır. Özellikle küçükken sizi zor duruma düşürecek sorular sormaktan ve çocuk halinizle göğüsleyemediğiniz soru karşısında çırpınışınızı izlemekten tuhaf bir keyif alırlar. Benim, en sık duyduğum soru şu olurdu “anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?”

6 yaşında birinin, hayatın kurallarına yeteri kadar vakıf değilken, tercihlerini ve sonuçlarını hesap edebilen bir akıl yürütmeye kavuşmamışken ve hepsini geçtim bunun bir şaka olduğunun ve seçim yapmak mecburiyetinde olunmadığının bile ayrıdına varabileceği nesnel koşullar henüz oluşmamışken, böyle manasız bir soruyla sınanması çocuğu komik bir duruma düşürmekten çok acınası bir hale sürükler. Çocuk burada “seçim” yapmaz, ya  seçmekten tamamen vazgeçer veya en doğal dürtüsüyle hareket eder ve muhtemelen anneye yönelir.

Çok şükür burada alınan tavırdan ötürü kimse çocuğu yargılamaz. Herkes bilir  ki, sorun kimin ya da neyin seçildiği değil, ‘soru’nun kendisindedir ve kimse böyle sınanamaz.

Şartlar insanı en doğal dürtüleriyle hareket etmeye zorladığında, insanın, onu belirleyen bütün bağlamdan kopartılarak yargılanması yetişkinler için de akıl karı olmasa gerek. Geçen hafta gösterime giren Turist filmi düşündürüyor bütün bunları. İnsanın bireyci bir varoluş problematiği ile ele alınıp, sonra onun düştüğü halden “haz” duymak, insana yaklaşımda ciddi bir yetersizliği ortaya koyuyor.

Oysa insanın gerçekte ne olduğu, onun toplumsallığında aranmalı…

KONTROLÜNÜ KAYBEDEN DIŞ TEHDİT

İsveçli yönetmen Ruben Östlund’un belgesel çalışmalarından sonra üçüncü uzun metrajı olan Turist*, İsveçli üst orta sınıf bir ailenin Alplerde geçirdiği kar tatilini konu alıyor. Film, Alperin huzur verici ama heybeti karşısında insanı küçücük bıraktığı için tekinsizliği de hissettiren görüntüleri ile açılıyor. Karakterlerin, mizansenlerin olduğu sahnelerde müzik kullanmamış Östlund, ancak ne zaman evin, otelin dışına çıksak dağ manzarası ile beraber Vivaldi’nin dört mevsimini dinliyoruz. Bu yabancılaştırıcı etki ile güzelliğin tekinsizliğe karıştığı söylenebilir. Otelin, içi sarı tonlarla aydınlatılmış şık odası, lobisi veya restoranı huzur verici. Bu huzur vericilik, dışarıdaki soğuk, karanlık ve denetlenemez ortamdan uzak olmamızdan ve güvenli bir mesafeden seyredebilmemizden ötürü de böyle. Kontrollü çığ yaratmak için gece yarısından sabaha kadar, sürekli duyulan patlamalar ve ardından vızır vızır çalışan yüksek teknolojili kar araçları, bizim güven dolu otel bölgemizi koruyor gibi duruyor. İşler yolunda. Her türlü teknoloji ile bir arada, cinsiyet eşitliğine özen gösteren, çocuklarımıza güzel bir hayat vaat edebilen medeni ve rafine hayatımızı tehdit etmiyor hiç bir şey.

Bu görüntü, “kontrollü” çığ yaratmak için yaratılan patlamalardan birinin, bir paniğe neden olmasıyla değişiyor. Oluşan yapay çığ, aliemizin yemek yedeği terasa doğru yöneliyor. Son ana kadar bir şey olmayacağını, her şeyin kontrol altında olduğunu telkin eden baba, çığın yarattığı yoğun buz dumanı burnunun dibine gelince tehlike altında dolduğunu düşünüp ilk kaçan kişi oluyor. Neyse ki geçiyor tehlike ve aslında korkulacak bir şey olmadığı anlaşılıyor. Baba, ortalık sakinleşince masa altına sığınan anne ve çocukların yanına geliyor tekrar. Ama o kutsal aile birliğinde bir çatlak baş gösteriyor işte, güven duygusu zedelendiğinden sessiz ama derinden ilerleyen bir gerilim film boyunca sürüyor.

“YÜZLEŞME”

Yer yer karanlık ve loş ama çoğunlukla bembeyaz bir aydınlıkta geçiyor film. Yüzlere yada nesnelere yakın planlara hiç rastlamıyoruz, geniş ölçeklerle, insanları tüm çevresiyle birlikte görüyoruz. Belli ki Ruben Östlund her şeyi  apaçık ortaya dökmek istemiş. Saklımız gizlimiz kalmasın, oturup konuşalım… İnsanların en mahrem anlarına tanıklık edelim ve bunu röntgenlemek zorunda da kalmayalım. Öyle ki baba ile anne, otel odaları sadece tek bir odadan ibaret olduğu için, çocuklardan ayrı özel bir şey konuşacakları zaman otel koridoruna çıksınlar. Hem de iç çamaşırlarıyla ve otelin tüm katların ortak bir hole baktığı mimarisi nedeniyle her yerden görülebilecek biçimde. Temizlik işçisini de buna tanık ederek. Dikizleterek değil, tanık ederek.

Kuşkusuz dürüst bir iş yapıyor Östlund. Yüzyıllardan süzülüp gelen, sınıf mücadeleleri ile şekillenen ancak son durumda kapitalizmin bir ütopya bölgesi olarak korumak için büyük özen gösterdiği İskandinavya’nın rafine kültürünü masaya yatırmayı öneriyor. Aslında göründüğü gibi cesur değiliz, öyle idealize insan ilişkilerine sahip de değiliz diyor. Zayfılıklarımızla maluluz. Baba ona düşen toplumsal rolü taşıyabilecek biri değil. Filmin sonunda annenin de böyle olmadığını görüyoruz.

O yüzden zaaflarımızla yüzleşelim, zayıf olduğumuzu kabul edelim, insanın doğasının ne kadar bencil olduğunu hatırlayalım.

Belki de böyle yaparak, Avrupa’nın o cicili bicili yaldızlarını dökmek amaçlanıyor.

İNSANIN ‘IN TOPLUMSALLIĞI

Film geçen seneki Cannes’da Jüri Ödülü aldı. Bir dizi daha ödülün sahibi olarak Türkiye’de ilk kez Filmekimi’nde gösterildi. Epey beğenildiğini belirtmek gerek. Hakkında çıkan yazılarda da özellikle insanın bu en zayıf yönüne parmak bastığı, “bizi bize gösterdiği” için övgüye boğulduğu görülüyor.

İyi ama Östlund’un açtığı tartışmayı yürütmek için insanı en mahrem anında çıplak yakalayıp, çaresiz bırakarak sonra gösterdiği tavır nedeniyle onu yargılamak da bir haksızlık yok mu? Ya da yargılamayıp, “insan böyle davranır işte” diyen bir kabullenişte?

İnsanın özünde bir yanlışlık olduğunu iddia etmek için onu bütün toplumsal ilişkilerinden soyutlanacağı bir çelişki içinde bırakıp, en doğal dürtülerine geri dönmeye (hayatta kalmak) zorlamak ve sonra gösterdiği tavra göre insanın karanlık tarafları olduğunu iddia etmek yöntemsel olarak yanlış bir deney.

Çünkü çok temel bir bilgiyi görmezden geliyor, insanın toplumsal bir varlık olduğunu unutuyor. Tüm toplumsal bağlamdan azade, bu bağlamla birlikte oluşan bilincinden sıyrılmış bir kişiye “insan” demek güç. Hele ki ondan “sorumluluk” beklemek…

İnsanın bencil mi, kötümser mi olup olmadığı, onun kendi değerli özünde aranamaz. Toplumsallığında aranır. Yoksa insan elbette korkuları olan, ilkel dürtülere sahip, bencilce davranabilecek bir yaratıktır. Ancak insan, üretim ilişkilerinin denetiminde şekillenen toplumsallığın içinde sorumluluk ve bağımlılıklarla insandır. İlkel dürtülerine bu toplumsallığın belirlediği yasalar bağlamıyla yön verir. İyi ve kötü olana karar verir, seçer, yargılar, değiştirir.

Kısaca ne kadar yalnızsak, ne kadar kendi benliğimize ve ilkel dürtülerimize dönersek o kadar insan olamayız. Tersi geçerlidir.

Babanın yaptığıyla yüzleşmesi sonrası çocukça ağlaması, çocuklukta olduğu düşünülen bir masumiyete itilmesi ve böylece arındığının sanılması insanı tepetaklak eden bir önerme. Ailenin bu ağlama seansı sonrası işleri bir oranda yoluna koymuş olması, ne kadar naif, primitif ve ilkel bir çözüm önerildiğinin göstergesi. Yüzleşirsek çözeriz öyle mi?

Kuzey Avrupa insanı tedirgin belli ki. Nasıl olmasın, kapitalizmin ütopyasında daha dört sene önce silahlı birisi 77 kişiyi katletti. Tehlikenin uzakta olduğu sanılıyordu ama IŞİD’e yan komşularından katılanlar olduğunu öğrendiler. 2008’den beri kapitalizm ekonomik olarak da güven vermiyor. Ve o rafine yüksek kültür bu tehlikelere bağışık değilmiş gibi duruyor. Tehlike burunlarının dibinde.

İşte bu yüzden sorunu bireyde değil toplumsallıkta aramak gerek, faturayı kapitalizme kesmek gerek.

Filmin orijinal adı “Force Majeure”, Türkçe, hukukta sorumluluğun yerine getirilmesine engel teşkil eden durumları belirten “mücbir sebep” ifadesinin karşılığı.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2015

Bunu paylaş: