Sinemada 12 Eylül’le Yüzleşmek – Onur Keşaplı

Sinemada 12 Eylül’le Yüzleşmek*

Dünü sorgulama hatta hatırlama konusunda bile başarısız olan bir toplum olarak yakın tarihimiz hakkında yeterince bilgi sahibi olduğumuz söylenemez. Konu, günümüzde dahi yaşamımızın her alanına hükmeden 12 Eylül 1980 darbesi olsa bile. Bu korkunç müdahale tüm yaşam koşullarımızı ve yaşama biçimimizi olumsuz anlamda değiştirmiştir. Ancak bizler, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak 12 Eylül darbesiyle yüzleşmeyi halen başarabilmiş değiliz. İşte böyle bir durumda topluma öncülük etmesi gereken kesim olan aydınlar geç de olsa harekete geçmeye başladılar. Son yıllarda önce sinemada ardından da televizyonda 12 Eylül ve bağlantılı süreçleri konu alan yapıtlar görmekteyiz. Toplumun sistematik bir şekilde uyutulmaya çalıştığı bu dönemde (bu durum zaten 12 Eylül’ün amaçlarından biriydi) konuyla ilintili sanat eserleri daha da önem kazanmaktadır. Bu yazıda son dönemin 12 Eylül filmlerini inceleyeceğiz. Elbette 2000’lerden önce de bu konu hakkında filmler yapıldı ancak halen güncelliğini koruduğu için son dönemi ele alacağız ve diğer yapıtları başka aylara bırakacağız. Son dönemin 12 Eylül filmleri furyasından en çok ödül toplamış ve ses getirmiş üç film olan Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”u, Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”ü ve Sırrı Süreyya Önder’in Muharrem Gülmez ile birlikte yönettiği “Beynelmilel”i sırasıyla incelemeye başlayalım.

Çağan Irmak’ın 2005 yılında gişe rekorları kıran büyük eseri “Babam ve Oğlum” eski Yeşilçam melodramlarını hatırlatacak tatta ilerleyen, oldukça  güçlü duygusal metinler içeren bir filmdir. 12 Eylül 1980’de çocukları Deniz’in doğumunda eşini kan kaybından kaybeden Sadık, oğlu okul çağına geldiğinde politik olaylara karıştığı için reddedildiği baba evine döner. Burada iki baba ve iki oğlun geniş bir aile içerisinde yaşadığı çatışmaların ilerlemesini görürüz. Özellikle Çetin Tekindor’un canlandırdığı Hüseyin Efendi ve Fikret Kuşkan’ın canlandırdığı oğlu Sadık karakterlerinin yaşadığı çatışmaların yarattığı duvarın Sadık’ın oğlu küçük Deniz tarafından yıkılması filmi daha da güçlendirir. Şimdiden Türk sineması klasikleri arasında gösterilebilecek olan bu filmin belki de en güçlü yanı oyuncu yönetimi ve oyunculuklarıdır. En küçük rolünden başrollerine kadar tüm oyuncular karakterlerini adeta özümsemişlerdir.

Filmde oldukça az gördüğümüz karakterler dahi aklımızda kalmaktadırlar. Bu son derece kaliteli ve kalabalık oyuncu kadrosunun hepsi başarılıdır ancak filmdeki rolüyle ödüller alan Çetin Tekindor kelimenin tam anlamıyla döktürmüştür. Aksanı, vücut dili ve bulunduğu her karede sahneyi tek başına taşımasıyla muazzam bir oyunculuk sergilemiştir Tekindor. Herhalde belki de gelmiş geçmiş en büyük sinema oyuncusu olan Marlon Brando bu performansı görebilseydi ayakta alkışlardı. Ancak oyuncuların bu büyük başarıları elbette Çağan Irmak’ın güçlü senaryosu, iyi kurulmuş mizanseni ve usta oyuncu yönetimi olmasaydı bu kadar etkili olamazdı. Bu genç sanatçımız filminde iki uç durumu yani gülme ve ağlama durumunu o kadar başarılı dengeye oturtmuştur  ki en dramatik sahnede güçlükle gözyaşlarına hâkim olmaya çalışan izleyici hemen devamında kahkahalarla gülebilmektedir. Ancak ne yazıktır bu etkileyici eseri bile sıradanlaştırıp “ağlayıp ağlamama” durumuna indirdik. Adeta filmi beğenme derecemiz ağlama boyutumuza bağlandı. Elbette bu durum “Babam ve Oğlum”un sinema tarihimizin birçok anlamda unutulmazları arasına girmesini engelleyemedi.

“Babam ve Oğlum” aslında politik bir film değildir. Hatta 12 Eylül bile arkada bir fon olarak gözükür. Ancak filmin biraz derinlerine indiğimizde 12 Eylül’ün ve politik alt metnin filmin etrafını sardığını görürüz. Politik göndermeleri daha filmin başında duyarız aslında. Ancak yönetmen bunları diyaloglarında ustaca derine sızdırmıştır. Sadık’ın yazar olduğunu ancak gazetenin yazı işleri müdürünün korkusundan yazılarına yer vermediğini işittiğimizde filmin devamındaki göndermelere hazırlanmaya başlarız. Derken hamile olan eşi doğum sancısıyla kıvranmaya başladığında gece yarısı yataktan kalkarak hastaneye ulaşmaya çabalarlar. Ancak yolda ne bir araç ne de tek bir insan görürler. Devamında çaresiz bir parkın ortasında doğum yapmak zorunda  kalan kadın kan kaybından ölür. Sadık elinde bebeğiyle sabahın ilk ışıklarında gelen askeri araçla darbe olduğunu anlar. Burada 12 Eylül uyguladığı sokağa çıkma yasağıyla Sadık’ın eşinin ölümüne sebep olmuştur. Ancak bu ölüm aslında 80 darbesinin bir kuşağı kelimenin tam anlamıyla yok etmesinin filmde vücut bulmuş halidir. Bu ölümün sonunda doğan çocuğun adının “Deniz” olmasının nedeni ise 1972’de idam edildiği günden bu yana birçok çocuğa bu adın verilmesine yol açan gençlik önderi Deniz Gezmiş’tir. Bu küçük ama önemli detay dışında yönetmen dönemin atmosferini yansıtma konusunda kimlik kontrolleri gibi, Cumhuriyet Gazetesinin sahnelerde bulunması gibi ve elbette işkence sahneleri gibi kareleri başarıyla filme aktarmıştır. Hatta işkence sahnesinin ilginç bir şekilde en etkileyici olduğu bölüm filmde ara ara gördüğümüz Deniz’in düşlerinden birini bölmesidir. Bu düş sahneleri sadece küçük Deniz için değil aynı zamanda izleyici için de dramdan kaçış işlevi görmekteyken yönetmen, Sadık’ın işkence görüntüsünü ve beraberinde  kâbusunu bu düşlerin birinin sonuna yerleştirir. Burada yönetmen belki de 12 Eylül’ün Deniz’le beraber sonraki kuşakların da farkında olsunlar ya da olmasınlar hep karşılarına çıktığını göstermek istemiştir. Veya mesaj doğrudan biz izleyicilere dönük olup 12 Eylül’den aslında yüzleşmeden kaçmanın olanaksızlığını söylemektedir. Bir diğer politik gönderme içeren kare ise Sadık ve arkadaşlarının balık softasında hasret giderdikleri sahnededir. Halit  Ergenç’in canlandırdığı karakterin eve dönmekle ilgili sorduğu bir soruya Sadık’ın verdiği yanıt aynen şöyledir: “Memleket, ev, yurt. Bugünlerde bunların anlamını bir kere daha düşünür oldum. Ben bu memleket için savaştığımı düşünürdüm ama bu memleketin umurunda bile değildi.” Diyalog apolitik topluma ciddi eleştiri içermekteyken aynı zamanda yurtseverliklerini ve memleket için mücadele verdiklerini halka yeterince yansıtamayan bir solcunun özeleştirisini  de  içermektedir.  Bu  dolu  sahne  büyük  ozanımız  Cahit    Sıtkı Tarancı’nın ünlü şiiri “Yaş Otuzbeş Yolun Yarısı Eder”in dizeleriyle son bulur. Filmde politik göndermeleri taşıyan bir diğer bölüm ise Hüseyin Efendi ve oğlu Sadık’ın çatışmalarıdır. Filmin belki de en etkileyici sahnelerinden biri olan avludaki tartışma sahnesi aynı zamanda en belirgin politik taşlamayı da içinde barındırır. Sadık konuşmanın ortasında aynen şu cümleleri kurar: “Bir zamanlar aynı yola baş koyduğum arkadaşlarım reklam şirketlerinde, iktidar borazanı çalan gazetelerde bana acıyıp iş verdiler. Köpeğe kemik atar gibi. Kendilerini temizlemek, ruhlarını temize çıkarmak için!” Çok açık bir şekilde 12 Eylül sonrası keskin dönüşler yapan eski solcu dönekler takımına ve 2. cumhuriyetçi olarak adlandırılan kesime göndermeler içeren bu kareyi sinemada izleyen döneklerin neler hissettiği ise merak konusudur elbet. Filmin politik içeriğini sırtlanan Sadık karakteri ise oğlu Deniz’i, tıpkı annesi gibi 12 Eylül yüzünden bırakıp göçer bu dünyadan. Ölümünün sebebi işkenceler ve tabiî ki son derece kötü hapishane koşullarıdır.

Kendisi de bir 12 Eylül mağduru olan Ömer Uğur’un senaryosunu da yazdığı “Eve Dönüş” filmi incelediğimiz üç film arasında belki de en cesur olma iddiasını taşımaktadır. 2006 yılının bu ses getiren ve ödüller toplayan filminin afişinde de görebildiğimiz gibi filmde işkence ve beraberinde 12 Eylül arka fonda değil de doğrudan hikâyenin merkezindedir. Film karısı ve kızıyla maddi açıdan sıkıntılı bir hayat geçiren siyasal ve toplumsal olaylarla ilgilenmeyen işçi Mustafa’nın bir ihbar sonucu gözaltına alınıp işkence görmesini anlatır.  Bu filmin de oyuncu kadrosu oldukça yetenekli isimlerden oluşan geniş bir kadrodur. Ancak yönetmenin diyaloglarının ve bazı sahnelerdeki anlatım tercihinin filmin oyunculuk yönünü kırdığını görmekteyiz. Mustafa’yı canlandıran Mehmet Ali Alabora’nın tüm iyi niyetine rağmen yeterince inandırıcı olamaması ve özellikle Sibel Kekilli’nin filmdeki Esma rolüyle Antalya’da ödül almasına karşın kendisinden beklenmeyecek şekilde vasat performansı gerçeklik hissini olumsuz anlamda etkilemiştir. Bunun üstüne bir de filmde aralara serpiştirilen espri unsurları da filmin ciddiyetini bozmuştur. Buna karşın yardımcı rollerde izlediğimiz polis şefi rolündeki Civan Canova ve Hoca lakaplı devrimciyi canlandıran Altan Erkekli oldukça başarılı  ve inandırıcılardır. Zaten Canova da Altın Portakal’da ödül almıştır.

“Eve Dönüş” dönemin atmosferini yaratmada başarılıdır. Duvara afiş yapıştıran, fabrika çevrelerinde bildiri dağıtan solcular, kahvehanelerin taranması (filmde egzoz patlaması olmasına rağmen bu durum yaratılmıştır), kimlik kontrolleri ve katledilen işçiler olağanüstü hal durumunu özetlemiştir. Ana karakter  Mustafa’ya döndüğümüzde ise onun siyasal olayları, işçi sınıfının mücadelesini, sendikaları önemsemediğini görürüz. Duyarsız, apolitik yani kısacası lümpen bir karakter olan Mustafa’nın bu özellikleri filmde fazlasıyla göze sokulmuştur. Bunu özellikle filmde darbenin olduğu sahnede görürüz. Televizyonda darbeci Kenan Evren’in sesinden duyduğumuz anonsla birlikte Mustafa o günkü  Gülhane Parkı sefasından mahrum kaldığı için üzülmeye ve darbenin neden bir  iş gününde yapılmadığına sitem etmeye başlar. Aslında izleyicinin gözüne sokulan karakter özelliği filmin amaçladığı sonuçlardan biri olan 12 Eylül’ün sıradan hatta olaylardan tümüyle uzak insanları da vurduğu mesajına katkı sağlamaktadır. Filmin ilginç bir göndermesine değinecek olursak Savaş Dinçel’in canlandırdığı, Mustafa’nın eşi Esma’nın babası rolündeki  Kore  Gazisi babayı incelemek gerekir. Filmde ordu kurumuna yapılan taşlamalar bu karakter üzerinden şekillenir. Sık sık müdahale yapılmasını savunan ve Türk Ordusu deyince akan suların duracağını söyleyip duran baba figürünün Kore Gazisi olması durumunu ilginçleştirir. Belki de ordumuzun savaş tarihinde gönül rahatlığıyla gurur duyamayacağımız tek savaş Kore Savaşıdır. Soğuk Savaşın koşullarında  kendini  Emperyalist  Amerika’nın  kucağında  bulan Menderes Hükümeti 50’lerde NATO’ya girme umuduyla Kore’deki savaşa  asker gönderir. Bizi hiç ama hiç ilgilendirmeyen bu savaşta ABD emriyle Mehmetçiklerimizi dünyanın bir ucuna yollarız ve ilginç bir şekilde Amerikan askerlerinden bile önce cepheye sürülen ve ölenler yine bizim askerlerimiz olmuşlardır. Orduyu taşlamak için filmde seçilen karakter tiplemesi bu özelliğiyle ilginç ve önemli bir tercihtir. Filmin önemli bir bölümünü oluşturan işkence sahnelerine göz atacak olursak “cesur” olma iddiasındaki bir filmden daha sert işkenceler beklerdik açıkçası. Diyarbakır Cezaevi olsun diğer anlatılanlarda duyulanlar olsun işkencenin korkunçluğu daha  ağır gösterilebilirdi. Ancak yönetmenin senaryosundaki en güçlü göndermeler yine bu bölümlerde karşımıza çıkar. Bunlardan ilki Mustafa’nın Hoca’yla işkence sonrası konuştukları sahnede ısrarla bu olaylarla ilgisi olmadığını, sade bir vatandaş, tehlikesiz bir işçi olduğunu ve bu işlere aklının ermediğini vurgulamasına aldığı cevaptır. Hoca Mustafa’ya: “Sen ve senin gibilerin  bu işlere aklı erseydi ne sen burada olurdun ne de ben.” Etrafında olup bitenlere, toplumsal olaylara kayıtsız kalan bireylere ve kitlelere bundan daha açık ve  haklı bir gönderme olabilir mi? Ancak Ömer Uğur bu kesimlere göndermeleri bununla sınırlı bırakmaz. Turist lakaplı devrimcinin, Mustafa’yı polislerce kabul ettirilmeye çalışılan örgüt üyesi Şehmuz olarak göstermesi ve Hoca’nın buna kızması sırasında olan diyalog bunu içerir. Hoca’nın sitemine “Biraz da onlar görsün. Biz burada işkence görürken kahraman işçi sınıfı nerde?” sitemiyle karşılık verir. İşkence sahnelerinin sonunda gerçek Şehmuz öldürüldüğünde ve Mustafa’nın suçsuz olduğu anlaşıldığında serbest kalan Mustafa bir anda Civan Canova’nın canlandırdığı polis şefinin eline yapışır. Mustafa’nın kendisine günlerce haksız yere işkence yapan polis şefinin elini öpmesi görüntüde barındırdığı garip durumdan öte 1982 yılında toplumun üstünden silindir gibi geçen  12  Eylül’ü  yapanların  anayasasının  halk  tarafından  adeta ellerinden öpülürcesine yüzde 92 oyla kabul edilmesine bir göndermedir. Filmin ilginç bir unsuru da darbeci Kenan Evren’in kendisidir. Resimlerde ve televizyon konuşmalarında gördüğümüz Evren işkence sahnelerinden hemen sonra çıkıp işkenceye karşı olduğunu ve bunun asla yapılmadığını söylemektedir. Filmde Evren’in bir oyuncu tarafından canlandırılmadan hazır görüntülerden aktarılması O’nun canlandırılamayacak biri olduğunu vurgular adeta. Bu da George Clooney’nin yönettiği “Good Night and Good Luck” filminde komünist avcısı senatör McCarthy’i canlandırılamayacak biri olduğundan hazır televizyon görüntülerinden aktarmasını akıllara getirir. “Eve Dönüş”ün sonunda darbeci generallerin afişinin yanında 12 Eylül’ün bilânçosunu görürüz. Tutuklama, yargılama, fişleme, işkence, idam sayılarıyla birlikte halen darbecilerin anayasasıyla yönetildiğimizi görürüz. Bu bilgiler son derece önemlidir ancak bir filminde sanki ders sunuşu havasında uzun maddelerle bunu vermek sinemasal anlatımda ne kadar doğrudur tartışılır.

Barselona’da düzenlenen Uluslararası Politik Filmler Festivali’nde iki ödül alan Sırrı Süreyya Önder’in Muharrem Gülmez’le birlikte yönettiği 2006 yapımı “Beynelmilel” politik metnine mizah unsurlarını da ekleyerek hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden övgü alan bir eserdir. 12 Eylül sonrası 1982’de hala olağanüstü halin uygulandığı Adıyaman’da bir grup yerel müzisyenin yani gevendelerin askeri komutanlık tarafından orkestra olarak çalıştırılması ve marş olarak Komünist Enternasyonal marşını yanlışlıkla çalmaları neticesinde gelişen ve yan karakterlerle şekillenen bir film “Beynelmilel”. Senarist Sırrı Süreyya Önder’in hayatından kesitler içeren film kalabalık oyuncu kadrosunun sadeliği, gerçekçiliği ve başarısıyla göz doldurmakta. Özellikle müzisyen baba Abuzer karakterine hayat veren Cezmi Baskın’ın oyunculuğu muazzamdır.

Diğer iki filmde olduğu gibi “Beynelmilel”de de dönemin atmosferi başarıyla yansıtılmıştır beyazperdeye. Cuntacı generallerin afişi olan 5’i bir yerdeler, kimlik kontrolleri, sokağa çıkma yasakları, muhbirler, saklanmış kitaplar- pikaplar, sol dergiler izleyiciyi o yıllara inandırıcı bir şekilde götürür. Bunların yanında filmin mizah unsuru olarak dönem tasviri bağlamında lokumcuda yazan “Ayle Münasebetlerini Arttırır” yazısı da altını çizmeye değecek bir ayrıntı. Hazır 5’i bir yerdeler demişken filmde bu afiş devrimciler tarafından yere düşürüldüğünde yoldan geçmekte olan vatandaşın korkusu komedi unsuruyla verilerek onun afişi kutsal bir şeymiş gibi öpüp başa koyduğu sahneyi de hatırlamakta fayda var. Bunun yanı sıra Abuzer karakterinin orkestra olarak üniforma giyme konusunda arkadaşlarına söylediği “Bu halk üniformadan korkar” sözü toplum olarak sindirilme durumumuzun adeta altını çizmektedir. Filmde mizah soslu taşlamalardan herkes nasibini almaktadır. Örneğin, orkestraya temsili düşman üniformasını uygun gören ordunun gevendelerin Komünist  Enternasyonal  marşı  çaldıklarını  fark  etmemeleri  hatta  marşı  çok beğenmeleri elbette absürd bir durumdur. Sonuç olarak komünizm de dâhil tüm sola yapılan bir darbenin mensupları “düşman” gördüklerinin marşını beğenecek kadar cahil olabilmektedir. Zaten filmin sonunda marşın ne olduğunu fark eden Kenan Evren ya da darbe arkadaşları generaller değil yazar Ece Temelkuran’ın da küçük bir rolle aralarında bulunduğu gazetecilerdir. Film bunun yanında devrimcilere de iğnelemeler içerir. Abuzer’in kızını oynayan Özgü Namal ve âşık olduğu devrimcinin konuşmalarında solcu gencin kız arkadaşlığı burjuva alışkanlığı olarak görmesi ya da günün aşk günü olmadığını ve devrimcinin ölümle nişanlı olduğunu söylemesi komedi unsurundan öte şeyler barındırır. Burjuva alışkanlıkları eleştirilerini abartıp insani duyguları dahi hoş görmeyen bir sol anlayışın kendini ne kadar yaşamdan koparttığı ve ne denli anlaşılmaz olduğunu vurgular bu diyaloglar. Devrimcilerin halka kendini anlatamamasının bir diğer eleştirisi filmde devrimci gencin sol bir dergiyi incelerken abisi tarafından “Hanginiz tarlada, fabrikada çalıştınız” diye azarlandığı sahnedir. Filmin genel anlamda sol duruşunu ise iki detayda daha tutarlı bir şekilde görebilmekteyiz. İlki Komünist marşının insana baharı, kuşları, çocukları anımsattığının diyaloglarda geçmesi ve diğeri de pavyon şarkıcılarının  Abuzer’in kızıyla devrim hakkında konuşurken 1960 askeri müdahalesini “devrim” olarak nitelemeleridir. Ayrıca, 1950’lerde Menderes tarafından kapatılan ve tekrar açıldıktan sonra bu sefer de 12 Eylül’de Kenan Evren tarafından kapatılan Halkevleriyle ilgili sahne belki de filmin en güçlü sahnesidir. Oldukça etkili bir müzikle aktarılan bu sahnede Atatürk’ün resmi yerli yabancı sanatçılarla bir aradadır. Kütüphaneyi, tiyatro sahnesini ve Picasso’nun ünlü Guernica tablosunu görürüz. 12 Eylül için ve bu zihniyetler için nelerin tehlikeli olduğunu bir kez daha anlamış oluruz bu iç burkan sahnede. “Beynelmilel”de birkaç kez konusu geçen bir kefen vardır. Abuzer’in babasının şimdiden  kendine  aldığı  kefen  bezi  “Amerikan”  malıdır.  “Donumuza  kadar Amerikan giyiniyoruz” sözü burada kefenimize kadar şekline bürünmüştür sanki. Ve bu kefen Özgü Namal’ın karakteri sayesinde Cuntaya yani bir anlamda Amerika’ya karşı çıkan bir pankarta dönüştüğünde tekrar bu güçler tarafından asıl görevine yani kefenliğe geri döner. “Cuntalar Olmasın” yazılı Amerikan bezi solcu devrimciye kefen bezi olmuştur. Amerika’nın, bu vatanın evlatlarını kefenler içine soktuğu gerçeği herhalde bundan daha iyi verilemezdi. Filmin sonunda ise “Eve Dönüş”ün aksine işkence görüntüleri gösterilmez ancak işkence hissi sonuna kadar verilir. Kullanılan kamera açıları ve mizansenin sahnelenmesi bunu izleyiciye hissettirir.

Genel olarak bu üç filme baktığımızda hepsinin cesur olduğunu görüyoruz. Eksik nokta ise üç filmin de 12 Eylül’ün yarattığı ve halen yaşamakta olduğumuz ideolojik ortama pek değinmemeleri. “Beynelmilel”in yönetmeni Sırrı Süreyya Önder bir röportajında filminin sonunda aslında Turgut Özal’a yani 12 Eylül’ün “ilk meyvesi”ne yer vermek istediğini ancak çeşitli baskılar sonucunda değiştirdiğini söylemekte. Farkında olmadan hala 12 Eylülde yaşadığımızı herhalde en iyi bu örnek göstermektedir. Toplum olarak bu zincirleri kırmamızın yolu geçmişi iyi analiz etmekten geçer. Çağan Irmak’ın filminde vurguladığı zaman makinesi=sinema olgusu daha iyi kullanıldığında toplum olarak çok daha ileriye gideceğimizden şüphe yok. Bu üç filmin başta yönetmenleri olmak üzere tüm emekçilerini tabuları sarstıkları için tebrik ederken kitap önerisiyle yazıyı sonlandıralım: 12 Eylül’ü kavrayabilmek için daha da öncesini irdelemek gerekir. Bu sebeple öncelikle Kamil Karavelioğlu’nun “Bir Devrim İki Darbe” adlı eserini ve tarihsel olaylara daha da geniş bir açıdan bakıp 12 Eylül özeline inmek için Emre Kongar’ın “Tarihimizle Yüzleşmek” adlı yapıtını tüm sanatseverlere tavsiye ediyorum.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2007

Bunu paylaş: