Rasim’li Anılar – Turgut Ekiz

Rasim Öztekin ile 1978 yılında, aynı okulda, aynı sınıfta aynı sırada başlayan yol arkadaşlığımız, dostluğumuz aramızdan ayrılışına kadar sürdü. Daha çok 1970’li yılların sonu ve 80’li yıllarda yoğun olarak görüşür, buluşurduk. Son yıllarda, arada karşılaşır, telefonlaşırdık. Sayısız anılar yaşadık. Bir kısmı hafızamdan silinse de, bir kısmı canlılığını hala korumakta. Anımsayabildiklerimi yazmaya, sevenleri ile paylaşmaya karar verdim.

Sıra Arkadaşım Rasim ile 1981 Fenerbahçe Lisesi

1980-81 yılı. Lise son sınıftayız. Sabah okula gider, öğlenden sonra da akşamüzeri Küçük Sahne’ye gider, Ferhan ustanın eğitimini alırdık tiyatroda. O yıllarda henüz sigaraya başlamamışım ama tek tük kaçamak yapıyorum. Yani buldukça içer olmuştum. Bundan abimlerin henüz haberi yoktu. O yıllarda Kadıköy Altı yolda oturuyoruz. Metin abim, içinde birkaç dal sigara kalmış paketlerini, evdeki kitaplığın üzerine atar, evde sigarasız kaldığı zaman oradan alır içerdi. Tabi ben tek tük sigaraya içtiğimden, gizli gizli evde kimse yokken, tek tük o sigaralardan içmeye başladım. Her daim birkaç dal sigaranın bulunduğu üç-beş paket orada bulunurdu. Ben oraya fazla dadanınca, paketleri de, içindeki sigaraları da sıfırlamışım.

Lise yıllarında ben Rasimlerin Caddebostan’daki evlerine sık sık giderdim. Annesi-babası da çok severdi beni. Rasim de arada bana uğrar. Bazı zamanlarda da içer sohbetlerdik.

Evde bir gün sigarasız kalan abim, orada sigara olduğunu düşünerek kalktı, kitaplığın önüne iskemle koyup üzerine çıktı; içinde bira kaç dal bulunan paketlerden almak için. Ben de televizyon izlemekteyim. Abim el attı, baktı etti sigaraların buhar olduğunu görüp “Ne oldu buraya attığım sigaralar?” diye sorunca ben de suçu mu hemen Rasim’in üzerine attım. “Geçen gün Rasim gelmişti, sigarası kalmayınca, o içti.” dedim. Benim sigara içmediğimi bilen abim, tabi bana inanmıştı.

1981 Fenerbahçe Lisesi’nde bir skeç sahnelenirken. Ayakta Rasim Öztekin, sağdan ikinci Turgut Ekiz, 1981

Çok geçmedi, bir akşam Ferhan abinin kursundan çıkmış eve gelmek için Karaköy’de vapura binmiştik Rasim ile. Vapurda Metin abimle karşılaştık. Oturduk. Hoş sohbet ederken birden Metin abim Rasim’e “Benim evdeki sigaralarımı içmiş bitirmişsin, geçen gün ben de sigarasız kaldım” deyince, Yanımda oturan Rasim bana dönüp “Ne lan Metin abinin sigaralarını içip, benim üzerime mi atıyorsun?” dedikten sonra da abime “Yok Metin abi, bunun işidir o. İçip içip benim üzerime atıyor demek ki” diye açıklamada bulundu. Bense gülüyorum tabi.

***

Rasim ile gecelerin kısa olduğu bir kış akşamında; Ferhan Şensoy ustamızın kursundan çıkmış, evlerimize dönmek üzere, Karaköy’den vapura bindik Kadıköy İskelesi’nde indik. O yıllarda Kadıköy İskelesi’ne yakın, kıyı boyu tablalarda, teknelerde balık satan balıkçılar vardı. Hava da kararmış. İskeleden çıktık, Rasim balıkçıların bulunduğu yere doğru yönelirken; “Hamsi alacağım, sen Karadenizlisin, anlarsın. Gel bana yardımcı ol” dedi. Ben de “tamam” dedim. Birlikte balıkçıların bulunduğu yere geldik. Hava kararmış, ışıkların etkisi ile balıklar, hamsiler yeni kalaylanmış kaplar gibi ışıldıyorlar. Biz birkaç tabla üzerinde duran hamsilere göz atıp geçtikten sonra Rasim, oldukça iri hamsilerin bulunduğu bir tablanın başında durdu. “Bu tabladaki hamsiler nasıl?” diye sorunca, ben de “Bir bakayım” dedim. İri bir hamsiyi tabladan aldım, attım ağzıma. Başladım çiğnemeye. Rasim, şok, gözler açılmış bana bakıyor. Ben çiğ hamsiyi bir güzel çiğneyip yuttuktan sonra “Çok güzel Rasim. Al buradan.” der demez.  Rasim hışımla “Hastir. Ben bir ay hamsi yiyemem artık” deyip, Bostancı dolmuşlarına binmek üzere uzaklaştı.

***

Fenerbahçe Lisesi Tiyatro Kolu’nda biz kol aktivitelerinde bulunurken, okulun müzik koluna bağlı orkestrası da vardı. Orkestradakilere gıcık olurdum. O günlerdeki devrimci duygu düşüncelerimden de kaynaklanıyor olabilir. Zengin züppe-şımarık tipler gibi gelirlerdi bana. Biri hariç. Gitarist Adnan Ergil. Beyefendi, samimi sıcak, dostça tavırlı bir arkadaştı (Yıllar sonra ‘Hava Nasıl Oralarda’ gibi birçok sevilen şarkının bestesi olacaktı).

Fenerbahçe Lisesi’nde bir skeç sahnelenirken. Sağ başta Rasim Öztekin ile Turgut Ekiz, 1981

Liseden mezun olmuşuz, aradan 4-5 yıl geçmiş. Rasim, Ferhan Abide, ben ise Hadi Çaman’ın kadrosunda oynuyorum. O yıllarda gazetenin birinde bir haber gördüm. “Adnan Ergil, Edip Akbayram’ın Baş Gitaristi Oldu” diye. Orkestranın fotoğrafı da vardı. Adnan’ı sevdiğimden, baş gitarist olmasına sevinmiştim. Orkestranın fotoğrafına bakıyorum, toplam iki gitarist var. Kendi kendime, “İki gitaristin başı mı olur? Demek ki oluyormuş” Neyse iki gitarist de olsa, Adnan’ın baş gitarist olması sevindirmişti beni.

Üç beş gün sonra Rasim’leyim. Sohbet ederken ben sevinçle “Rasim duydun mu, Adnan, Edip Akbayram’ın baş gitaristi olmuş. Çok sevindim ya Baş gitarist olmasına” der demez. Rasim alaycı, “Ne olmuş ne olmuş?” diye sorunca, ben “ Baş gitarist olmuş” diye tekrarladım. Rasim gene alaycı-gülerek, “Len o baş değil, bas gitarist. Bas, bas!” diye basın üzerine basınca… “Ben müzisyen miyim, nerden bilim başı, bası? Diye kendimce haklı çıkmaya çalışmıştım.

***

Bu anımda, nerdeyse çocukluğumdan bu yana, sevdiğim, hala da zevkle dinlediğim Barış Manço da var. Kendisiyle daha önce Hadi Çaman’da oynadığım bir oyunun galasına gelmiş, oyun sonrası kokteylde ayaküstü birkaç dakika sohbet etmiştim. İkinci karşılaşmamız; 1985 yılında Hürriyet Çocuk Tiyatrosu olarak oynadığımız çocuk oyununa misafir olarak gelmesi olmuştur. Hadi Çaman’ın yazıp-yönettiği oyunu, Bugün Galeria’nın bulunduğu yerde kurulu olan, beş bin kişilik çadırda oynuyoruz. Oyunda Rasim Öztekin de var. Başka kimler yok ki; Adile Naşit, Füsun Erbulak, Grup Gündoğarken, rahmetli Boran Kaya, rahmetli Toygun Ateş… Oyunu Cumartesi-Pazar iki gün oynuyoruz ve her hafta ayrıca ünlü bir konuk geliyor. Bunlardan biri de çok sevdiğim Barış Manço idi.

Oyun gereği hepimiz birer hayvanı oynuyoruz. Hepimiz de doğal olarak oynadığımız hayvan kostümlerinin içindeyiz. Ben eşek, Rasim de köpeği oynamakta. Oyunun belli yerinde duruyoruz ve konuk ünlü sahneye gelip iki şarkısını playback seslendiriyor. Barış Manço da geldi, beş bin seyirci; çoğunluğu çocuk tabi. Çadır inliyor Barış Manco’nun sahne alması ile. İlk şarkıya başladı, tüm oyuncular geri plana çekildi ve hareketsiz, sahnedeki efsaneyi izlemeye koyuldu. İlk şarkı bitti ikinci şarkı olarak Arkadaşım Eşek şarkısına giriş. Tüm seyirci tempo ile şarkıya eşlik ederken, Rasim köpek kostümlü haliyle, bendeniz eşek kostümlüyü dansa kaldırdı. Şarkının adı “Arkadaşım Eşek” ya, aslında çok uydu. Barış Manço şarkı söylemekte, bizse şarkıya uymuş dans yapmaya başladık sahnede. Fakat başta çocuklar olmak üzere, bütün seyircinin ilgisi bize döndü. Biran da Efsane nerdeyse ikinci plana gitti. Biz dans ederken, bir ara Barış Manço ile göz göze geldim, gözleri çakmak olmuş, kaşları çatılmış, döven bakışlarla bize baktığını görünce Rasim’e “Rasim geçip yerimize oturalım, Barış Manço fena bozuldu bize” der demez, Rasim ile ben süt dökmüş kedi gibi yerimize geçtik. Nur içinde yatsınlar. Biri müziğin, diğeri tiyatronun efsanesi olmuş sanat ışıkları…

***

Lise 1’de Rasim’le ayrı sınıflardaydık ve samimiyetimiz de muhabbetimiz de yoktu. Cüsseli oluşu ve bitirim yürüyüşü ile uyuz olurdum. Bir de o zamanlar Türkiye’deki TKP’nin gençlik örgütü İGD’li olmasından dolayı daha da gıcık olurdum. Bense Kurtuluş’cuydum. Okulun tiyatro kolu, Orhan Kemal’in 72. Koğuş oyununu yeni sezonda sergilemek için hazırlanıyorlardı. Oyun da Rasim de vardı. Oyunun sergilenmesine bir hafta kala bir oyuncu ayrılınca, bana “Sen oynar mısın?” dediler. O ana kadar aklımda tiyatro falan yok. Üç abim de lise yıllarında tiyatro yaptıklarından, bari ben de yapayım dedim. Okulun tiyatro ekibine katılmış oldum. Böylece Rasim’le yol arkadaşlığımız başlamış oldu.

Orhan Kemal’in 72. Koğuş adlı oyunu. Önde sağda Rasim Öztekin, arkada ayakta sağ başta Turgut Ekiz. Fenerbahçe Lisesi, 1978

Bir yıl sonra ikimiz de edebiyat bölümünü seçince, aynı sınıfa düştük ve son iki sene hem aynı sınıftaydık hem de aynı sırayı paylaştık. İkinci sınıfta Rasim okulun tiyatro başkanı bense yardımcısı oldum. Rasim aynı zamanda sınıfın da başkanı idi ve lakabı “Baba” idi. İnanın abartmıyorum, her ders, istinasız sınıfı da hocaları da gülme krizine sokardı. Onun gelmediği zamanlar sanki sınıfta matem havası oluşur, dersler yavanlaşırdı. Keşke o zamanlar sınıftaki esprilerini not alsaymışım. Şimdi mizah dolu birkaç kitap yazardım kesin. 

Orhan Kemal’in 72. Koğuş adlı oyunu. Önde sağda Rasim Öztekin, arkada ayakta sağ başta Turgut Ekiz. Fenerbahçe Lisesi, 1978

Tiyatro kolunda olmamızdan, aklımıza-kanımıza tiyatro girdiğinden dolayı okulda aktiviteler yapmaya çalışıyoruz. Fenerbahçe Lisesi eski ve yeni bina olmak üzere iki binadan oluşmaktadır. Biz sınıfımızın bulunduğu hem eski hem büyük binanın kapı girişindeki panoya el koyarak, orayı tiyatro yazıları-yayınları ile doldurduk. Bir de gözlüklü haliyle Bertold Brecht’in büyükçe bir posterini yerleştirdik. Bir gün hoca başkan olmasından dolayı Rasim’i idareye gönderir. İdare yeni binadadır. 1980 öncesidir. Siyasi olayların yoğunlaşması, çatışmaların artması nedeniyle sıkıyönetim ilan edilmiş. Liselerde dahi silahlı askerler vardı. Bizim okulda da en az on asker bulunmaktaydı. Bu askerleri de belli saatlerde jeeple denetleyen komutanlar mevcuttu. Rasim idarenin bulunduğu binadan çıkmış, sınıfa gelmek üzere bizim bulunduğumuz binanın kapısından içeri girer girmez, nöbetçi subayın tiyatro panosundaki Brecht’in posterine baktığını görür. Nöbetçi subay da onu görür görmez, sert bir tonuyla “Buranın sorumlusu kim?” diye sorunca Rasim içinden “Ayvayı yedik” der. Rasim “Buyurun benim efendim” der. Komutan daha da sert ses tonuyla posteri göstererek “Bu kim?” Rasim tereddüt etmeden “Orhan Veli Kanık” der. Komutan cevabı alınca tekrar posterdeki Brecht’e bakarar “Ha iyi o zaman” der ve çeker gider. Ben Rasim’e “Niye Orhan Veli dedin?” diye sorunca “Bertold Brecht desem, bu kez o kim diyecek? İş uzayacak. Orhan Veli dedim çekti gitti” dedi. Yani kırk yıl düşünsem, Orhan Veli’ye Brecht demek aklımın ucuna gelmez benim. Bu da Rasim Öztekin farkı.

***

1980-81 eğitim öğretim yılı sonunda okuldan mezun olduk. Kimimiz üniversiteyi kazandık, kimimiz işe başladı; herkes bir şekilde hayat yoluna koyuldu. Liseden mezun olduktan beş altı yıl sonra, liseden bir kız arkadaşla Kadıköy-Bahariye’de karşılaştık. Ayaküstü hoş sohbet ettikten sonra, “Rasim’le görüşüyor musun?” diye sordu. “Evet, görüşüyorum” deyince, “Çok çok selamlarımı söyle” dedi. Elçiye zeval olmazmış. “Tabi söylerim” dedim. Bir süre sonra Rasim’le bir mekânda sohbet etmekteyiz. Aklıma geldi, liseden sınıf arkadaşımın adını söyleyerek, selamını söyledim. Rasim, hatırlamadı “Hangi Leyla?” diye sordu. Ben de hatırlatmak için tipinden, sınıfta oturduğu sıranın yerine kadar detaylı uğraştım anlatmaya. Nafile Rasim hatırlamadı. Sonunda ben “Ya hani benim asıldığım kız vardı ya, o işte” dedim. Rasim, bana baktı “Olum senin asılmadığın mı vardı. Sınıftaki kızların hepsine asılıyordun. Sen hangisinden bahsediyorsun?” dedi. Bense “Rasim, beni bilmeyen tanımayan da, yanlış anlayacak, dedim. Açıkçası, Rasim, abartmayı da severdi yani.

Lisede teneffüste Önde Rasim arkada ayakta ben

Lise ikinci sınıftayız. Siyasi olayların en yoğun olduğu, artık doruğa çıktı yıl. Sokakların, caddelerin, mahallelerin paylaşıldı yıllar. Daha önce de belirttiğim gibi, ben o yıllarda “Kurtuluş”çu, Rasim ise “İGD”li idi. Daha sonra tiyatroda yıldızı parlayacak arkadaşlardan Levent Tülek de Fenerbahçe Lisesi’ndeydi; o ise “Dev-Yol”cuydu. Bir gün Rasim’i, Ülkücüler Fenerbahçe’de sıkıştırmışlar. İtip-kakmışlar, tehdit etmişler. Neyse ki hırpalamamışlar. Ama korkutup, ağzından laf almak istemişler. Lisedeki sorumlular kim, solcuların isimlerini sormuşlar. “Dev-Genç”in sorumlusu Turgut mu?” diye beni sormuşlar. Başından geçenleri sınıfta toplanmış bir gurup arkadaşa anlatıyor. Ben de dinleyenler arasındayım. Döndü beni göstererek “Bundan Dev-Genç sorumlusu mu olur? Olsa olsa sev-genç başkanı olur” demişti gülerek.

Rasim İle Galatasaray-Samsunspor Maçı Anımız

Rasim koyu bir Galatasaraylıdır. Altı yılda Galatasaray ortaokulunu bitirdikten sonra, Fenerbahçe Lisesini geldi. İyi ki de geldi, yakın dost-arkadaş olduk. Tiyatroya beraber adım attık. Üç yılda Fenerbahçe Lisesi’ni bitirdikten sonra, asla Fenerbahçe Lisesi mezunuyum dememiştir. O derece Galatasaray sevdalısıdır.

Özkan Sümer’in Galatasaray’ı çalıştırdığı sene; 1983. O yıllar sıkça görüşüyoruz. Galatasaray-Samsunspor maçının oynanacağı hafta içinde Rasim bana “Maça gidecek misin?” diye sordu. “Yok, ben gitmeyeceğim” dedim. Aslında gideceğim ama Rasim ile gitmeyi düşünmüyorum. Çünkü büyük ihtimalle Samsun yenilecek ve ben Rasim’in çenesinden maçta ve sonrasında kurtulamayacağım. Onunla baş etmek imkânsız. Hafta sonu geldi, maç günü Samsun’dan aile dostumuz, Rahmetli Rahim abimin de kankası olan Levent Ahmet Kırçalı ile beraber maça gitmeye karar verdik. Soluğu Ali Sami Yen Stadı’nda aldık. Samsun taraftarlarının alınacağı bölümdeki Gişelerde kuyruğa girdik Levent’le. Kuyruk ilerlerken arkamdan bir ses “Bu Samsun boşuna geldi, boş yere masraf yapıyorlar. Gelmeseler 3-0 hükmen yenik sayılacaklardı. Geldiler şimdi 5-0 olacak. Yazık” şeklinde konuşuyor. Döndüm Rasim. Sanki randevulaştık. Gene yakaladı beni ve başladı. “Siz de üzüleceksiniz burada şimdi. Sizi üzmeye de hakları yok. Gelmeseydi Samsun, hiç olmazsa burada üzülmüş olmayacaktınız…” Rasim’in durduğu yok. Tabi biz de taarruza geçtik, atıp tutuyoruz. Biletlerimizi aldık, Samsun taraftarlarının arasında yerimizi aldık. Sorun Rasim’in Galatasaray taraftarı olarak Samsun taraftarının içinde maçı izleyecek olması. Maç başladı, ama Rasim’in sustuğu yok. Sonunda başladı Galatasaray’ın gol sağanağı. Galatasaray gol attıkça Rasim de coşuyor durmuyor. Bir ara Samsunlu taraftarlar dayanamadı, Rasim’e başladılar söylenmeye… “Rasim, sus dayak yiyeceksin, biz de kurtaramayacağız” dedim. Dört golle zaten yıkılmışız, bir de Rasim üzerimize geliyor. Neyse bir teselli golü atmıştık da, maç 4-1 bitmişti. Aslında o kadar çok laf söyledi ki, hepsi esprili, gırgır idi. Onunla beraber izlediğim tek maçtır. Yıllar içinde, hem Ferhan Şensoy’un, hem de benim bir tarafımla Samsunlu oluşumundan dolayı Samsun’a ve Samsunspor’a hep bir sempatisi olmuştur. 

***

Lise son sınıftayız. Mevsimlerden bahar. Artık okulun kapanmasına, mezun olmamıza sayılı günler kalmış. Her gün olduğu gibi, okulun Bağdat Caddesi tarafındaki kapıdan bahçeye giriş yaptım. Sınıfımızın bulunduğu binaya doğru adımlarımı atarken, bir sıra tırtıl ip gibi dizilmişler, bir yerden bir yere yolculuk yapmaktalar. Rengârenk irice, sevimli mi sevimliler. Basmamak için üzerlerinden atladım. Benim gibi gelen her öğrenci üzerlerine basmamak için, adımlarını uzun tutarak tırtıl sürüsünün üzerinden geçip sınıflarına doğru yürümekteler.

Sınıfa geçtim, sırama oturdum. Giriş zili, öğretmen zili derken sınıf başkanımız Rasim, sınıf defterini öğretmenin masasına koyduktan sonra sırasına geçti oturdu; yani yanıma. Ben defter kitaplarımı çıkarmış, derse hazır beklerken, Rasim okulun bahçesindeki tırtıllardan birini almış gelmiş,  tırtılı bir kalemden öbürüne geçiş yaptırmaya başladı. Ben “Rasim ne yapıyorsun?” dediğimde “Hişşt tırtıl deneyi yapıyorum.” diye karşılık verdi. Bir yandan renkli irice tırtıla oynarken, bir yandan da konuşmakta… Bana “Bak ne kadar mutlu? Canı oyun istiyormuş hayvanın.” dedi. “He öyledir, bunun tadı da çok güzeldir.” der demez. Tırtılı, Rasim’in elindeki kalemin ucundan aldım ve ağzıma attım, başladım çiğnemeye. Rasim’in gözler fal taşı gibi oldu. “Delisin oğlum sen. Manyak, tırtıl yenir mi?” diye söylenmeye başladı. Bu manyaklığıma tanık olan birçok arkadaşların bir kısmı şaşkın, bir kısmı gülerken, bir kısmı da “Iyy kusacam şimdi” demeye başladılar. Bu esnada hoca sınıfa girdi ve masasına geçip derse hazırlanmaya başladı. Tabii ben çiğnediğim tırtılı tükürerek çıkardım. Yutacak kadar da manyak değilim ya. O anda ağzıma temizleyebildiğim kadarı ile temizledim. Hoca ders anlatmaya girişti. O da ne? Beş dakika geçti geçmedi, benim dudaklar siyahi dudağına dönüştü. Acayip şiştiler. Ben nerden bileyim; demek tırtılın küçük tüycükleri zehirliymiş. Ne yapar, ne ederim diye düşünürken, birden metallerin şiş indirdikleri aklıma geldi. O zamanlar büyükçe iki buçuk liralar vardı. Onlardan birini çıkardım, ovalayarak on dakikada dudaklarımı eski haline getirmiştim.

Çok sevdiğimiz Almanca Hocamız Bekir Gök ile.

Sonsöz Yerine

Sonsöz dedim ama gerçekte sonsuz sözler, söylenecek Sevgili Ferhan abi ve sevgili Rasim dostumla ilgili. Kiminle az, çok, kiminle daha çok yaşanmışları var. Sadece yakınında bulunan, tanıyanların değil, seyircilerinin de oyunları boyunca yaşanmışlıkları var. Ben ne şanslıyım ki, her iki usta ile de yaşantımın akışı içinde buluştum, tanıştım, anılar yaşadım. Biri ustam hocam, diğeri en yakın dostum-arkadaşım oldu yıllar içinde. İngilizlerin Shakespeare’i, Almanların Brecht’i, Rusların Çehov’u varsa bizim de Ferhan Şensoy’umuz var. Amerika’nın, Fransa’nın, İngiltere ve Almanya’nın ünlü aktörleri varsa bizim de Rasim Öztekin’imiz var. Her ikisinin de kutsal ışıkları bol olsun. Onların yaşarken saçtıkları sanat ışıkları hiç sönmeyecek…

Ortaoyuncular’ın kuruluşunun 35. yıldönümünde Ferhan Şensoy ve Turgut Ekiz
Bunu paylaş: