Yersiz Yurt – Ziza Rumas

YERSİZ YURT*

Nereden düştüğümü unutmuş vaziyette dünyaya ayak bastığım gün, az biraz eksik eritilip kalıba dökülmüş yok yanımı hissetmiştim. Sonra ilk defa serçeyle karşılaştığımda ne olduğunu anladım. Ufacık olmasına rağmen küçücük yuvasından göğün erişilmezliğine çırptığı kanatları vardı. Dönüp bakamadığım sırtımı yokladım elimin yetiştiği kadarıyla. Bende yoktu onlardan. İnanamadım. O gün toprağa büzülmüş bağımlı halimle, ayak tabanından zincirli bir zindanımsılığımla, göğün hiçbir yerinde olmayan yurduma yerdeki yuvasızlığımı ekledim. Ne gökteki özgürlüğe uçabilecektim, ne de yerdeki üstümü örtebilecek bir yuvanın çatısına içinde nelerin döndüğünü çözemediğim başımı sığdırabilecektim. Ne bağımlılığı ne de kanatsızlığı savurabilecektim kambura kurulu sırtımdan. Göğün ve toprağın yaşama evrilirkenki sancıları bende acıya dönüşecek, olmamaktan hükümlü varlığımla doğanın bağrında yuvasız yansızlığa mahkûm edilecektim.

Kıskanmak beride durup iş görmezlik edasıyla bakınırken yerlerde yuvarlanıp vücut sıvısının süzülüp etlerinin büzülerek küçük bir varlığa erişme seansları da icrada yetersiz kalıyorlardı. Bir uçumluk rızıktan bile yoksun yansızlığımla karlı kışta, yanlı yazda bir şeylerin satılarak başka türdeşlerin mekânında iş görürlük âdetince nasibe erişileceğinin öğretildiği çaresizliğim, sicimlerimce de sorguya tabi tutuluyordu.

Nasipsizlik notalarının ağıtların ezgisinde ezildiği hengâmeli yaşam izdüşümünün köyümüzde Yuva adına erişimi ve kütüğüme işlenmesi bile onsuzluğumun onulmazlığını başımdan alıp sürmüyordu gurbete. Köy konulu yurtsuzluğun kent kanallı yuvasızlığa yayılımının surların dışına vurmuş kasaba kararsızlığında neticeleneceğini bilimin tahmin raporlarından da edinemedim.

Kasabamızın küçüklerinin safında küçücük olarak kızılımsı kurak toprağının üzerinde dolanırken kuzeyinde duran dağın güney sarp yamacında oyulmuş ayı mağarası ilk hüzünlü hane bilgimdi. Mahallemizin gizemli Babil bilgelerinin sırrını, sırtındaki kamburunda taşırcasına yürüyen yaşlı bilgesinin, mağarasında duran son ayıyı da vicdansız tüfeğiyle öldürdüğünü öğrendiğimde, ufacık gönlümle geçmişin ve geleceğin bilgisinden ürpererek uzaklaşabilmeyi diledim. Bilginin esaretine girişimi farkettiğimin ilk demlerini yaşarken doğadaki diğerleri esarete tabi tutan insanlığıma yandım. Hayvancağızın son nefes sesi kulağımda yankılanırcasına titreşirken yurtsuzluklarının yanında son yuvalarının da ellerinden alınması yüreğimde yersizliği yurt eyleyip yurtsuzluğu yar belledi.

Ve validemin, yurdun yersizliğinden kastının mekândan mücerret olduğunu hiçbir yurdun onulmaz boşluğunu dolduramadığını anımsadığım otuzlu yaşların ortasındayken anlamlandırabilmiştim. Yaş otuz beşti ama yuvasına kavuşamamış bir yurtsuzluktu yaşanmış veya yaşanması muteber alın yazımda duran. Yurdun yuvadan, yuvanın yurttan yoksunluğunu ardı sıra serzemine vurmuş tufanlardan terkedilmiş antik kentlerin zamandan özgünlüğünde seyreylediğim an, zamanın da yurdundan uzaklarda gurbetin girdabında sıkıştığına şahitlik ettim.

Sonraları yurt bildiğimin yurtsuzluk mührüyle dağlandığını duyumsadığım an, ne bir yurt ne de bir yuva edinebildim yansız yanıma.

Kendinden çalınan kimliğinin hüviyetsizliğinde, başkasına bile yurt olamamanın yuvasızlığa denk denkleminde çözümsüzlüğe çalan yaşamları yaydım kendimden ıraklığa. O gün bugündür ne bir yayılacak yurt edindim kararsız kendiliğime ne de yoldurulamayacağım bir yuva. Gözümü göğün ufkundaki gökbilimcilerin çabasına çaldım. Orda da sığınılacak yontulmamış bir hane göremeyince kafama dank etti, evrenimizin evsizlere bir geçiş güzergâhından öte olmadığı. Gelinen, geçilen ve gidilenin ortasında duran yerin, daha ne kadar imtihana tabi tutacağı merakımı elimin tersiyle yolun kenarındaki dikenlerin merhametine bırakıp hatırlayamadığım gelinenden mütevellit korkusuzluğumla gidilene cesurca çözümsüzlüğü çevirdim.

Pederimin beni bu dünyaya bırakıp gittiği günün akşamında, komşu sofrada yediğim küfe kanmış peynirin acımsı tadıydı bulunduğum yeri fark edişime sebep uyanışım. İlk ve sonun aynı yer olduğunu anladığımda ortasındaki kararsız kurallara sığınan benden utanıp kara toprağa yüzümü yağdırdım damla damla. Deliliğin yurtsuzluğuna bütün bir evrenin yuva oluşunun ihtimaline bel bağladım. Onlar için üç nokta birleşmiş ve sonsuz bir alın çizgisine kavuşmuşken “bana ne oluyor”un derdinde demlendim gamsız görünürcesine. Deliliğe erişemeyecek kadar aklın zindanlığında kilitli kalışlarımı sıraladım avucumda duran çakıl taşlarıyla. Elimde büyüyüp kocaman bir dağ oldu her bir çakıl tanesi. Güneşi gören güney yamaçlarında mağaralar belirdi ansızın. Ve ilk yuvamda gördüm ilk halimi. Oradaki mutlu ve huzurlu dinçliğimden dinleyip dilendim uzunca. Demimizin derdi telefonun sesiyle ürpererek uyandığımın aynı anı, yüzümü çevirdiğimde apartmanın en yüksek noktasından yere bakınan mutsuz ve huzursuz gözlerimin karasında kayboldum.

Dünyaya nedenini hiç bilmeyecek olarak gözlerimi yumuklaştırdığım ilk günden bugüne hayat avından eli boş döndüğüm her günün toplamı, ayının on dördünün dolunayında nasipsiz bırakanlardan bahse konu dilenircesine buğulu ruhumu rıhtımlarda boğazladım.

Ahirde kentimizin görünürdeki ayık ahvalini bilgece bilmecesiyle, “Söyleyin bana, sizin eksiği hiç sonmayan evleriniz mi yoksa benim eksiksiz evsizliğim mi Allah’ın katında daha makbul?” diye sorgulayan Deli Devran’a, “Aklını yitirdiğin yetmiyormuş gibi görenekçe de divane durmuşsun davamızda. Bizim tertibiyle tam hanemiz tabii ki daha evladır!” diyerek verilen yanıtın ardından Deli Devran elini pantolonunun sağ cebine götürüp çıkardığı banknotu göğe uzatarak, “Hayır, sizin eksikliğinden ödünüzün koptuğu ve evlanız budur!” deyiverip yersiz yurtsuzluğuyla dertlenmeden göğe gidişle yitiliverdi.

***

Görsel: Hendek (1918) – Otto Dix

* Bu öyküme, Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği “Yuva” konulu 2020 Hasan Ali Yücel Öykü Yarışmasının ilçe-il jüri değerlendirmelerinin ilçe aşamasını geçemeyip elenmiştir.

Bunu paylaş: