Yağmurun Şarkısı – Özge Aslan

Hayır, adım Yağmur değil. Sözcüklerle oynayan ben değilim. Gözümü kapadığımda gördüğüm şeydi o, yağmur. Hızla camları dövdüğü ya da usulca izler bıraktığı anlar. Suları gökyüzünden aşağı kaydıran ya da renklerden yolu boyayan ben değilim. Ben basit bir türküyüm annemin dilinden düşmeden solup gidecek. Gördüğüm şu pencere pervazı kadardır dünyam. Ne içerdeyim ne de dışarıda, arafta ki ipte salınan ruhum kadardır bedenim. Ziyaret saatlerine muktedir babam ile abim, dünyamın kapısını araladığında ipten inip yere basıyor ayaklarım.

Çaprazımızdaki evin şarkısını dünyama taşıyan bir kuş, Narin. Usulca açtığı gözleri, yuvarlak kaşları, tombul kırmızı yanakları, en ufak bir çizginin yer almaya utanacağı bir alın. Dünyama penceremden güneşler saçan, varlığıyla ruhumu okşayan. Ne güzeldir yan yana sonbahar yapraklarını tek tek topraktan toplamak. Ceylanım ben, annemin ürkek bakışlı ceylanı. Sürme çekilmiş gibi duran gözlerim annemden, yanaklarımın allığı ise yine annemden. Gözlerimiz birbirine değdi mi güller açar rüzgâr şarkı söylerdi sanki. Fistanın kokusunu en sevdiğim yemeğin kokusuyla bir tutar, kalbim hızla çarpardı. Adı Gülbahar’dı.

Narin bu sene okula başladı. Evden çıkarken annesi kapıda önlüğünü düzeltip cebine temiz mendillini koyar sonra başını hafifçe yukarı kaldırıp pencereme doğru bakardı. Annesi her sabah bıkıp usanmadan evlerinin sıralandığı sokaktaki kaldırımı işaret edip el kol hareketleriyle yolları tarif etmeye başlardı. Unutkanlığı dalga konusu olan Narin, her sabah aynı şeyleri dinleyip başını sallar, tombul yanaklarını annesinin avuçlarından çekip yola koyulurdu.  Bizim apartmanın önünden her geçişindeyse pencereme doğru el sallar gözleri büyür, hayret ettiği zamanlardaki gibi yuvarlak kaşları yay gibi yukarı kalkardı.

Odamın rengi gökyüzüne benziyor aslında, camdan yukarı baktığımda gördüğüm renge yakın, tek fark duvarların siyah bir tül ile örtülmüş gibi durmasıydı. Bir gün çok merak edip anneme sormuştum, “mavi” demişti ışıldayan gözlerle. İlk öğrendiğim renklerden biri olabilir bu, şu an tam hatırlayamıyorum. Unutkanlık konusunda Narin ile yarışmaya başlayacağım yakında. Dedim ya hafızam biraz kötüdür, renkler, kokular, hayal meyal görüntüler canlanır zihnimde. Gerisi bilemem, anlatamam. Pek konuşkan sayılmam zaten, ne anlatacağım ki. Çoğunlukla içimden konuşurum, bazen de pencerenin dibine bir serçe konar. Annem beslerdi, ekmek kırıntıları koyardı ufak bir çay altlığına, o da acıktıkça gelip yerdi. Onu görünce nefesimi tutar hareketsiz kalırdım, hiç sesimi çıkarmadan sessizce yemesini beklerdim, uçup gitmesin biraz daha kalsın diye annemden duyduğum yarım yamalak tüm duaları arka arkaya tek bir şeymiş gibi okurdum. Bu alışkanlığı edineli oldu baya, bazı geceler yine sesim çıkmadan, içimden bütün duaları ederek geçirirdim. Başta çok korkardım bu durumdan sonra ise bunu bir oyun gibi düşünüp korkmamaya karar verdim.

Pencerede üç cam var, bir sağda biri solda açılır kapanır, diğerinin ise kolu yok. Kolum yetişse bir gün pencereyi açacağım. Boyumun uzamasını bekliyorum, tahmin edersiniz ki bu sancılı bir süreç. Bir gün birinden birini açabilirsem eğer neler yapacağımı hayal edebiliyorum. Bazen de annemi görüyorum yan yana aralıksız dizilmiş evlerin sol tarafında bir sokak başında. Gözlerini pek seçemiyorum ama başında açık pembe bir yemeni, ondan daha koyu pembe uzun kollu sade bir üst, altında kırmızı çiçekleri ve yeşil taç yaprakları olan uzun etek. Ayağında yine koyu pembe bir bez ayakkabı. Fazla kıyafeti olmadığından uzaktan bile tanırdım, pazarda yolumu öyle bulurdum. Adı gibi giyinir, adı gibi kokardı.

Pencereden bakmaktan sıkıldığımda, odamdaki boy aynasına bakardım. Siyah beneklerinden kendimi zor seçebildiğim ayna, çerçevesi olmayan, kenarları kesmesin diye beyaz bantla çevrelenmişti. Aynada kendime bir süre baktıktan sonra sıkılır yer yatağıma uzanıp tavanın rutubetlerini izlerim. Her defasında farklı şekillere giren tavandaki lekeler belki de pencereden sonra en sevdiğim uğraşımdı. Bir gün yine yatağımda uzanmış, lekeleri televizyonda izlediğim çizgi film kahramanlarına benzetmeye çalışırken kapı yumruklanmaya başladı. Kapımın deliğinden olanları izlemeye gittiğimde abimin kapıyı açtıktan sonra babamı çağırdığını ve kapıdaki adamı el kol hareketleri ile göndermeye çalıştığını gördüm. Elinde tespih başında da dantelli kahverengi bir bezle duran adamı daha önce görmüştüm. Bir keresinde ben evde dolaşabiliyorken babam ona kapıda cebinden para çıkarıp vermişti. Şimdi yine elini cebine atıp karıştırdı ama para çıkmadı, dantelli ve tespihli adam sinirden dişlerini sıkmaya başlayınca abim adamın üzerine yürüyerek “anlamıyor musun, yok dedik ya, sonra gel!” diye bağırdı. Babam onu durdurup geriye itti. “Geç içeri karışma sen” deyip kovdu. Tespihli ve dantelli adam elindeki tespihi sıkıca tutup babamın suratına sallamaya başladı “atarım sizi” dedi ama yaşlı adamı pek duymam mümkün değildi. Odam evin uzun koridorunun sonunda, dış kapı ile karşılıklı duruyor. En son babamın “sizde din iman yok mu? Anla be adam!” diye bağırıp adamı ittirerek kapıyı suratına kapattığını gördüm. İzlemeyi bırakıp olduğum yere oturup sırtımı kapıya yasladım, merdiven ve kapı önünden hala boğuk boğuk kelimeler hakaretler geliyordu.

Günler sonra, yağmurun camları yavaşça ıslattığı bir gün sabahın köründe kapı çalındı. Bu sefer o kadar uykusuz ve yorgun hissediyordum ki kalkıp kim olduğuna bakmak istememiştim. Gece abim gelip uyutmamıştı. Tek bir gün bile sevgi duymadım ona karşı, bunu hissederdi. Tek bir gün bile bir kelime etmemiştim. Bunu bilirdi. Hiç soru sormazdı sadece emir verirdi. Yarı uyanık halde uzanmışken annemin sesini işitir gibi oldum ve yataktan sıçrayarak kapı deliğine gittim. Gözlerime inanamadım annem pembeler içinde kapıda babama beni istediğini vermezse polise gideceğini anlatıyordu. Babam annemi kolundan çekiştirip kovmaya çalıştı. Annem her defasında kolunu kurtarıp bağırmaya devam ediyordu. “Vicdansızlar, namussuzlar, çocuğumu verin, allah bu evi başınıza yıksın, evladım nerde ver onu…” gibi kesik kesik kelime cümlelerle arada yaptığı gibi bağırıp çağırıp giderdi. Aslında babam zorla dayak atarak onu dışarı sürükler, apartman kapısını kilitleyip eve geri dönerdi. Bu gibi günlerde olayın bir kısmını kapı deliğinden geri kalanını camdan izler en son annemle bakışıp yerime dönerdim. Annemde bir süre bekleyip giderdi. Babamlar onu evden dışarı attığından beri, bir gün olsun ağlayan sesini duymadım, gözyaşlarını görmedim. Birkaç günde bir sokağın başına gelip beni izler giderdi, o gittiğinden beri bende hiç ağlamadım. Ne zaman içimde bir şeyler kopsa onun o gözlerini hatırlar güç verirdim kendime, ellerimi tuttuğunu hisseder sımsıkı dururdum. Bazen camdan ona el salladığımda olurdu, onunla uzun uzun bakışır içimizi öyle dökerdik kalbimizden.

Bu zamana kadar belki de en sevdiğim anım; annemin benim için apartmanın ufak bahçesine diktiği o küçük kiraz ağacıydı. Ağacı merak ettiğimi her söylediğimde gülümseyip susardı. O zamanlar televizyonda istediğim çizgi filmi açar sessizce annemin işlerini halletmesini beklerdim. O gün yine sevdiğim bir şeyler izlerken gelip saçımı okşayıp alnımdan öptüğünde gözlerinin parıldadığını fark ettim, soran gözlerle gülümsedim. Beni kucağına alıp kapının önüne götürdü. Fidanı görünce ne yapacağımı ne düşüneceğimi bilemeden bir fidana bir de anneme bakmaya başladım. Babamın ev masrafları için verdiği harçlıklardan biriktirdikleriyle gidip kiraz fidanı alıp gelmişti.  Annem ürkek ceylanım diye söze başlayıp bana kiraz ağacı olacak olan fideyi ve onu dikmemiz gerektiğini anlattı. Kalbim en çok o zaman hızla çarpmaya başlamıştı. Bir de bir gece vakti, odamdan içeri babam girdiğinde. Hızla ayakkabılarımı giyip merdivenlerden uçarak bahçeye indim. Annemin fidanı kucaklayıp getirmesini sabırsızlıkla beklerken Narin’i gördüm. Bize oyun oynamaya yollamış annesi, çığlık atar gibi durumu anlatıp bahçe kapısını açtım hemen. Tombul yanakları daha şişkin bir hal aldı. Onunda yüreğinin hızla çarpamaya başladığı belliydi, yanakları kızarıyordu. Bence bu çok komikti. Utandığında, ağladığında ya da çok heyecanlandığında yanakları al al olur beni bir gülme tutardı. O da buna hiç kızmaz aksine mutlu olur beraber gülerdik.  Annem aşağı indiğinde okulla ilgili konuşuyorduk, okula yeni başlayacağımız için heyecanlıydık. Aynı sırayı paylaşma sözü verdik ayaküstü. Annem inip de fidanı diktiğimizde gözlerimiz yaşardı. Üçümüz gururla bahçe duvarının dibine, ufak fidana umutla baktık.

Bir gün akşama doğru serçe yeniden geldi, çay altlığını boş görünce sağa sola bakınıp gerisin geriye uçup gitti. Onu yanımda tutacak hiçbir şeyim yok diye düşündüm. Erkenden uyumaya karar verdim. Evin diğer odalarında annem babam, salonda abim, bu odada ben ve mutfağın yanında ufak bir kiler vardı. Annem oraya evle ilgili ıvır zıvırları koyardı. Eski bir ikili koltuk bile sığdırmıştı. Ben o odayı pek fazla sevmediğimden girmezdim.  Bir gece odamın kapısı açılıp babamın girdiğini gördüm, benle konuşmayan yokmuşum gibi davranan adam bir anda gelince tedirginlikle karışık korkuya kapıldım. Kötü bir şey oldu zannedip ayağa kalktım. Saçlarımı okşadı, kalbimin gümbürtüsünü duyacak diye sağ elimi kalbimin üzerine bastırarak sesi kapatmaya çalıştım. Belime kadar siyah saçlarım vardır. Dümdüz ince telleri olan, annem her banyoda özenle tarardı. Sonra kolumdan çekmeye başladı, “yürü” diye fısıldadı. Evin en sevmediğim odasına doğru yürümeye başladık, kalbimin sesi duyulmasın diye bu sefer iki elimin avucunu kalbimin üzerine bastırmaya başladım. Sonra her gece kapımın ansızın açılmasına alışmış, sadece ilk defa abimi gördüğümde şaşırmıştım. Sonbahara doğru bir gece, o gün hafif ateşim var diye annem uyanıp bana bakmaya gelirken kilerin kapısını açtı, babam yüzünde donuk bir ifade ile pijamasını alıp odasına gitti. Annem konuşmuyordu, konuşmuyordum. Ardından kıyamet koptu, çığlıklar bağırışlar, dayakla annemi dışarı attılar. Bir daha da dokunamadım ona. Bir gün pencereyi açabilsem eğer, yapacaklarımı hayal edebiliyorum. Usul usul kar yağdığında, parmaklarımı dışarı çıkarıp onları hissetmek isterdim. Fidanımın büyüyüp pencereme yetişmesini isterdim. Atına atlayıp kaçan kovboylar gibi, dallarına atlayıp bu diyarlardan gitmek isterdim. Eğer çok dalları olursa bir dalına annemi diğerine de Narin’i koyardım. Ama Narin’ in dalı kalın olmalıydı yoksa gidemezdik. Hayaller ile gerçeklerin birbirine karıştığı anda gece yatmaya doğru kapıda bir ses, yine annemin sesi. Ne de özlemişim derken kapıya doğru yürümeye başladım, o an kulakları sağır eden iki ses duydum, hemen kapının yanındaki duvarın dibine çömeldim. Anneme bir şey olduğunu düşünüp titremeye başladım, kapım açıldı bakamadım. Yumuşacık tanıdık bir koku geldi burnuma, Gülbahar, beni alıp kiraz ağacının dallarına bıraktı.

***

Görsel: YağmurVincent Van Gogh (1890)

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi128

Bunu paylaş: