Sözcüklerinde rüzgâr esiyor Tezer, yeryüzüne dayanabiliriz… – Özgür Keşaplı Didrickson

Pek çok nedenle Tezer Özlü hakkında, kendisi ve yazdıklarıyla ilgili düşüncelerimi kapsayan bir yazı yazmak istemedim hiç bir zaman. Ne yazarsam yazayım eksik kalacağını ve bazı hislerimi kendime saklayacağımı biliyorum. Gerçi her yazı biraz öyle değil midir?

Yıllar içinde Özlü hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Çok azını okudum. Bunların çoğu övgü yazılarıydı. Geçtiğimiz aylarda okuduğum bir yazının hayret edilecek kadar insafsız oluşu bir yazı yazmaya yeltenmeme neden oldu. Ancak bu dürtü,  Tezer Özlü’yle ilgili bir yazı yazmayı istemediğimi yeniden hissedince söndü.

Sözünü ettiğim yazı B. Sadık Albayrak‘ın Eleştirel Kültür Dergisi’nde çıkan “Tezer Özlü ya da istisnalar kaideyi nasıl bozdu?” (1) isimli yazısı;

Belki de ölümü yaklaştığı için bugünlerde kendimi Özlü’yü, yine o yazıyı düşünürken buldum. Aslında Albayrak’ın yazısı birkaç yıldır karşılaştığım çok haksız Özlü eleştirilerinin son ama güçlü bir örneği olarak etkiledi beni. Hakkında yazılanların pek azını okuduğum için kesin bir dille söyleyemem ama gözardı edildiği için eleştirileri “cahilce” tanımlamasına yaklaştıran kimi “teknik” noktalar sürekli dikkatimi çekiyor. En azından bu noktalar hakkında yazmak gerektiğini, hayatta kalmamama yardım etmişliği olan Özlü’ye bunu borçlu olduğumu düşünüyorum.

Elbette tamamen dışında kalamaz ancak bu yazı ne Tezer Özlü yazınını değerlendirme yazısıdır, ne de Albayrak’ın yazısına karşı bir eleştiridir. Yazdıklarımın Albayrak’ın yazısıyla çok fazla bir ilişkisi olmayacak, kaldı ki zaten o yazıyı değerlendirecek donanımda olduğumu düşünmüyorum, ancak üslubu nedeniyle içimde biriken bazı şeyleri yazma isteği doğurduğu için kendisine samimi bir teşekkür borçluyum.

Buralarda bir yerde, dediklerimin biraz dışına çıkarak bir minik değerlendirme yapmak isterim yine de. Tezer Özlü’nün sözcüklerinde yaşam bu denli sahici, bu denli çarpıcı bir şekilde soluk alıp vermeseydi övgü ya da yergi açısından okurları ve eleştirmenleri bu denli etkilemezdi.

Söyleyeceklerimi maddelere ayırmayı uygun görüyorum çünkü görebildiğim kadarıyla Özlü övgü ve yergi yazıları bir duygu bulamacına dönüşebiliyor. Söylemek istediklerimi bundan korumaya çalışmak istiyorum.

1) Tezer Özlü’nün hem kendisi hem de ailesi onun manik-depresif (bipolar) olduğunu belirtmiş. Özlü, hastalığıyla ilgili olarak ne kadar acı çektiğini, akıl hastanesinde yaşadıklarını insanı çarpan bir sadelikle, abartmadan aktarmış.

Özlü’nün yapıtlarının hemen hepsinin kendi yaşamıyla ilgili olduğu edebiyat açısından gözardı edilmemiş. Gerçi yazdıklarının sınıflandırılmasında bir tuhaflık var;

“Çocukluğun Soğuk Geceleri” kitabının bendeki baskısında (Ada yayınları, Ağustos 1990) ön kapakta kitaptan “roman” olarak söz ediliyor. Arkasındaki alıntıda Fethi Naci de kitaptan o şekilde söz ediyor ancak kitabın arkasındaki tanıtım paragrafında kitaptan “iç-dökmeler” olarak söz ediliyor.

Yapı Kredi Yayınları’nın 5. baskısında “Eski bahçe- Eski sevgi” kitabı ön kapakta “öykü” olarak nitelendirilirken arkada “kısa anlatılar”a dönüşüyor.

Özlü’nün en tanınan kitaplarından “Yaşamın ucuna yolculuk”, YKY’nın 3. baskısında (1995) hem iç sayfada, hem de arkadaki tanıtım yazısında “anlatı” olarak geçiyor. Ön kapakta bir şey yazmıyor.

Akıl hastanesine yatmak, kemere bağlanmak, hastanede tacize uğramak, intihara kalkışmak, elektroşok yemek…”Anlatı” olmadığı durumlarda bile yazarların kendi yaşamlarından çıkarak yazdıkları nadir görülen bir şey midir? Yazdıklarına yaşamları biraz olsun sızmaz mı? Hal böyleyken ve Özlü’nün hastalığı bu kadar başat bir yerdeyken yazınına bunlardan söz etmeden bakılabilir mi? Bunu yapanlarda görme, algılama eksikliği vardır kanımca. Hastalığının etkisi gözardı edilerek yapılan her eleştiri eksiktir.

Edebiyatının omurgasında kendi yaşamı yer alan, anlattıklarının arasında sıklıkla hastalığı yer alan Özlü’nün “yazar” olarak ele alınması da bu nedenle güçlük içermez mi? Böylesi bir güçlükten söz etmeden yapılan eleştiriler, edebiyat eleştirileri olarak eksik değil midir?

Manik-depresyon çok ciddi bir hastalıktır. Bu hastalığı bilmeden yapılan kimi eleştiriler aslında her şeyden önce bilgisizliği gösterir. Ve böylesi eleştiriler bilgisizliğin yayılmasına neden olur. Hastalığı önemsemeyip göz ardı eden ve/veya az çok bilgilenmeden Özlü’yü anlamaya, cümlelerini yorumlamaya çalışanlar en azından kimi zaman kendilerini de zor durumda bırakıyorlar kuşkusuz.

Buna bir örnek olarak Nevzat Evrim Önal‘ın 15 Mart 2016 tarihinde Sol Portal’da yayımlanan “Alışmayacağız” başlıklı yazısı (2) verilebilir;

“İstiyorlar ki, insanlık kabuğuna çekilsin. İstiyorlar ki umudu kenara koyalım, ağlaya ağlaya “burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” diye mızmızlanalım. İstiyorlar ki o satırın yazarı gibi kendimize acımaktan kımıldayamaz hale gelelim, insanlığımız için mücadele etmek yerine ruhumuzu melankoliye teslim edelim. Kimi istiyor ki korkumuzdan kımıldayamayalım, kimi istiyor ki korkuyla ona sığınalım, peşine takılalım”.

Bipolar biyolojik kökenli bir hastalıktır. İnsanlar öyle bile isteye teslim etmezler ruhlarını melankoliye. Büyük çevresel bir etmen olmadığında bile yataktan çıkamadıkları, yaşayan ölüye döndükleri olur. Böylesine ciddi bir durumu olan birinin “mızmızlandığı”nı, “kendine acıdığı”nı iddia edebilmek her şey bir yana bilgisizlik ürünüdür. Çoğunluğun Özlü’nün hastalığını göz ardı ederek eleştiri yapmasa da bu gibi talihsiz durumlara yol açıyor elbette.

Mücadeleye katılıp katılmadığı, Özlü’nün bir küçük burjuva olarak toplumsal olaylar açısından konumlanışı konusuna da yine bu madde açısından da, “teknik” olarak da bakılmalı. İnsanı deliliğin kıyısına (lafın gelişi değil) götüren,  intihar riskini arttıran bir hastalıkta kişinin ailesi o kişiyi ülkede ve dünyada olan bitenden uzak tutmaya çalışabilir. İnsanın kendisi de bunu yapmaya çalışabilir.

Bipolar bozukluğa sahip her insanın karakteri farklı olsa da Tezer Özlü, Denizler asıldığında, insanlar sokakta öldürüldüğünde deliliğin sınırına gelmiş, elektroşok almak zorunda kalmış. Sizi deliliğin kıyısına getirecek kadar sarsan olayları elbette durdurmak istersiniz ancak tam da bu nedenle mücadelede önlerde yer alamayabilirsiniz. Özlü’nün elektroşok sırasında ya da oraya giderken söylediği belirtilen “Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün” sözü bu nedenle öyle pek yabana atılacak bir söz değildir.

Özlü’nün toplumsal olaylarla ilgili duyarsız olmadığı ve hastalığının bu olaylardan çok etkilendiği üzerine ablası Sezer Duru, “Tezer Özlü’ye armağan” kitabının “Kız kardeşim ve ben” bölümünde (YKY, 1997) şöyle demiştir;

“Tezer’in hastalığı üzerine çok düşünmüşümdür. Ona manik-depresif tanısı konmuştu. Bu hastalık her zaman, çevresindeki insanlardan bir darbe yediğinde, ona yapılan haksızlıklara dayanacak gücü kalmadığında, toplumun büyük olaylara gebe olduğu, insanların öldürüldüğü, işkence gördüğü zamanlarda depreşiyordu. Tezer tanıdığı herkese karşı insanca yaklaşan, ezilenin yanında yer alan özverili bir kişiliğe sahipti. Çevresindeki olaylara ve kişilere karşı alaycı bir bakışı vardı, ama iş insana yapılan haksızlıklara geldiğinde isyan ederdi.” (s.16)

“Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”…İleride daha ayrıntılı söz edeceğim ama bu cümleyi Özlü’yle özdeşleştirenlerin bildiğinden şüphe duyduğum bir şey var. Daha o yıllarda bir ayağı yurtdışında yaşamış biri olarak Özlü ülkesini sürekli eleştiren, “geri” gören ama yurtdışını hiç eleştirmeyen, o ülkeleri gözümüze ışıltılı gösteren “aydın”lardan değildir.

2) Manik-depresif olarak yaşadıklarını böyle açıklıkla yazan birinin bunları yaşayanlara verdiği yoldaşlık duygusu edebiyatı ezer, geçer. İnsanların günümüzde bile pek çok nedenle (mesela işsiz kalmaktan korktukları için) bu durumlarını sakladığı biliniyor. Toplumda damgalanmamak için baskı altında yaşayan bu insanları doğrudürüst gündeme bile getirmiyoruz. Bu nedenle bu insanlar ünlü, sevilen bir yazarın onlardan biri olduğunu görmekten güç alır.

Özlü’nün neden çok okunduğu konusu bu nedenle bipolar oluşu (bunalımlı değil sadece, bipolar) unutulmadan düşünülmeli. Bilgisiz olanların şaşıracağı kadar çok insan Özlü gibi akıl hastası. Üstelik klinik depresyon ve bipolar bozukluğu olanlar dışında bir de türlü psikolojik baskı altında yaşayanlar var. İşyerinde, evde… Yaşam, edebiyattan büyüktür ve Özlü’nün hastalığı ve bunla ilgili ya da ilgisiz olarak insan olma durumuna, baskılara dair yazdıkları genel olarak çok insana güç veriyor olsa gerek. Tek bu nedenle bile hastalığından, acılarından açıkca ve ayrıntılı olarak söz eden Özlü saygıyı hak eder. Bu nedenle insafsız, saldırıya benzer eleştiri yapanların yaşamdan biraz uzak olduğu söylenebilir.

3) Özlü’nün düzene, insanlığa karşı eleştirilerinin, gözlemlerinin yalnızca Türkiye’ye karşı sözler olmadığı kitaplarından pek çok alıntıyla kanıtlanabilir.

Dönemin önde gelen yazarlarından oluşan çevrenin içerisinde, bir ayağı yurtdışında olarak yaşamış olan Özlü’de bugünlerde daha da görünür olan “aşağılık kompleksi, yabancı hayranlığı” yok. Yurtdışında neyin piyasası varsa olduğu gibi ithal edenlerden biri değil. Nerede yaşarsa yaşasın, çevresindeki insanları, sanat çevresini, mekânları vs aynı eleştirel süreçle değerlendirmiş. Samimiyetinin, gerçekliğinin özü biraz da burada bence. Kitaplarının, yurtdışında takip ettiği sanatsal etkinliklerle ilgili gözlemlerini aktardığı yazıların içeriğinin ve dilinin, bugün Türkiye’den “uygar batıya” kaçan gazetecilerin dilinden, yazdıklarından ne kadar farklı olduğu çok açık.
“Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e mektuplar” isimli kitapta (YKY, 1995) yer alan, 21 Haziran 1982 tarihli, Berlin’den gönderilmiş mektupta Özlü, yakın arkadaşı Leyla Erbil‘e Almanya ile ilgili şöyle yazmış;”Burada da edebiyat yapmanın, bu topluma kitaplarını çevirmenin hiç bir anlamı yok. İstesem, çevirsem basacaklar ama bu toplumda edebiyat ve kitap, tıpkı “çamaşır tozu” gibi ticari bir mal haline gelmiş. Yazmanın hiçbir etkinliği yok. Hiç. Sıfır. Senin kitabın ve “Avrupa’da köpek kabul eden otellerin rehberi” yanyana satılıyor. Belki gözlediğim, izlediğim bu konularda Türkiye’de bir seri yazı yazarım” (s.30)

“Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” cümlesine dönersek…İnsan elbette ülkesinde olan biten nedeniyle böyle sözler etme hakkına sahiptir. Bu cümlenin bilemediğim büyüklükte bir kitle tarafından son yıllardaki “ülkeden gitme” isteğinin, genel olarak ülkeden rahatsızlığın bayrağı olarak kullanılması tam da bunun altını çiziyor. Hemen her ortamda ülkeyle ilgili olumsuz şeyler söyleniyor ancak kanımca Özlü bu atmosferi yaratan bir öncü falan değil. Onun eleştirileri -samimiyet açısından da- bence farklı bir yerde duruyor. Gerçekçiliğin çokları tarafından “umutsuzluk” olarak algılanması da bu cümlenin fazla büyütülmesine neden oldu belki de. Yinelemek gerekirse yaşadığı her ülkenin olumsuz yanlarını gören ve bunları da okurlarına aktaran biri yaşadığı korkunç yıllarda -darbeler dönemi- ülkesinde yaşananlardan etkilenerek böyle bir cümle edebilir.

Bu maddeyle ilgili son olarak, Tezer Özlü’nün Türkiye’deki dergiler için yazdığı yazıları, Avrupa’daki kültürel etkinliklerle ilgili izlenimlerini içeren kitabın adının “Yeryüzüne dayanabilmek için” olduğunu hatırlatmalı (YKY, 2014). Özellikle ölümünden sonra yayımlanan kitap isimlerinin fazlasıyla bunalımlı bir hava yaratmasından rahatsız olsam da Özlü’nün bir yazısında yer alan bu deyişin onun varoluşla ilgili görüşlerini ve evrenselliğini iyi tarif ettiğini düşünüyorum.

4)  Özlü’nün çok okunmasını yadırgayanlar var. Albayrak yazısında Özlü’nün 90’ların başına dek bilinmediğini aktarıyor ve hakkında yapılan kampanyalardan söz ediyor.

Her okurun, hele hele edebiyatla fazla ilgilenmeyen, edebiyat dergisi falan takip etmeyen okurların, kampanyası yapılan, piyasaya sürülen, popüler yazarları okuması kaçınılmaz. Özlü yalnızca ana akıma yönelik kampanyaların hedef kitlesi tarafından mı okundu, okunuyor?

Fethi Naci “Çocukluğun Soğuk Geceleri”nin arka kapağında yapılan alıntıda “Tezer Özlü’nün başarısı, anılarını yazdığı halde sözü uzatmamasından, bir de çektiği acılara serinkanlılıkla bakabilmesinden geliyor. (Son bir ayda) okuduğum yedi roman için beni en etkileyeni Tezer Özlü’nün kitabı oldu” diyor. Popüler rüzgârlardan etkilenen kitleyi bir tarafa bırakalım, edebiyatı daha yakından takip eden okurlar Fethi Naci’nin Özlü’yle ilgili bu sözlerinden etkilenmez mi? Albayrak kampanyadan söz ettiği kısımda kampanyayı yürüten yazarlardan söz etmemiş. Değerli bir eleştirmen olarak bildiğim Fethi Naci o yazarlar arasında mıdır?

Özlü’yü keşfettiğim yıllara gidersem… Edebiyat alanında saygın yeri olan (biz az bilgili okurların öyle bildiği) daha pek çok yazar Özlü’nün yazınını övmüş, kişiliği hakkında da olumlu şeyler söylemişti. Örneğin yazılarından çok şey öğrendiğim yazar Ahmet Cemal, örneğin Özlü’nün yazdıklarını da yayımlayan, en sevdiğim yazarlardan olan Ferit Edgü. Edebiyatçı değilim ama Cemal’in ve Edgü’nün “iyi”, yazarlarımızdan olduğunu düşünüyorum. Özlü’nün, yine edebiyatıyla ilgili “iyi” şeyler duyduğum Leyla Erbil’le yakınlığı, Aziz Nesin‘le yakın oldukları izlenimini veren fotoğrafı, Can Yücel‘in ölümünden sonra yazdığı şiir ve genel olarak “Tezer Özlü’ye armağan” kitabında ismini duyduğum ve duymadığım pek çok yazarın yazısının olması da gençlik yıllarımda, Özlü’nün okunması gereken yazarlardan sayıldığını düşünmeme neden olmuştu.  Üstelik Albayrak’ın da belirttiği gibi kampanyalar, edebiyat eleştirisi yok denecek bir dönemde yapılmış ve kitapevlerini, dergileri, kitap eklerini ele geçirmiş. Öyleyse edebiyat kampanyalarından çok etkilenmeyen ancak bu alanda çok da donanımlı olmayan – hele Özlü’nün çok okunduğu genç yaşlarda- okurların Özlü’nün yapıtlarına bakış açısını olumlu etkilemiş olması gereken pek çok yazar ve neden varmış.

Özlü’nün yazdıklarının edebiyattaki yeri, ilk okuduğum 20li yaşlarda bile kafamı kurcalamıştı. “Roman ne demek?”, “Günümüzde birisi benzer anlatılar yazsa ne düşünürdüm?” diye sorular sorduğumu hatırlıyorum. Yine yazar olan ağabeyi Demir Özlü ve ablası Sezer Duru nedeniyle yazar çevresinin doğallıkla ve en önemlisi kişisel sevgi bağıyla kurulmuş olduğunu da hatırlatırdım kendime. Bu çevresi olmasa kitaplarının yayımlanıp yayımlanmayacağını da düşünmüştüm.

5) Tezer Özlü cinsellikle ilgili çok yazmış. Bunları da sade dille yazmış. İlk cinsel deneyimlerini yaşayan gençlerin falan bundan etkilenmesi anlaşılır ama yaşı olgunluğa ermiş eleştirmenlerin de bu konuya fazlaca takılmalarını anlamak mümkün değil. Özlü’nün kitaplarında acıdan mı cinsellikten mi daha çok söz ettiği açıkça ortada. Buna rağmen cinsellik konusuna verilen önemin yüzde birinin delirmenin, delirme korkusunun ne olduğuna, bunların insanı nasıl etkilediğine verilmemesi, herkesin kafayı (doğallıkla mı demeli?) cinsellikle bozduğunun bir kanıtı gibi.

(Değinmeli, bipolar bozukluğun manik döneminde cinsel aktivitede artış görülebilir (3). Ne uzmanım ne de Özlü’yü tanıdım. Özlü’nün yaşadıkları ve yazdıklarıyla bu açıdan bir ilişki kurmaya yeltenmiyorum ki zaten bu konuda yazdıklarını, bu konuyu ele alışını özgürlükle, tabuları yıkmayla bağdaştırıyorum. Ancak sanırım bu konuda kafayı bozanların bu bilgiye sahip olmaları,sığ bakışlarını derinleştirmelerine yardımcı olabilir. Bipolar bozuklukla ilgili kaynakları yazının altına ekleyeceğim).

Fethi Naci’nin “Tezer Özlü’ye Armağan” isimli kitaptaki yazısını (Gösteri, 11 Eylül 1984) yıllar sonra yeniden okuduğumda bu açıdan şok geçirdim. Naci, Özlü’nün bir “aydın kadın” olarak toplumsal törelere nasıl başkaldırdığını, belki de töreleri boşverdiğini belirtiyor. Bu izlenimini “Hem de nasıl!” diyerek vurgulamak gereği de görmüş. Sonra Özlü’nün “Çocukluğun soğuk geceleri”  kitabında kadın-erkek ilişkilerinde öncülüğü üstlendiğini söylüyor. Ancak “Yaşamın ucuna yolculuk kitabında” Özlü’nün o kitaptaki “sakin” tutumunun yerini “bir zamane kızının itiraflarının” aldığını söylüyor. Naci sonra “işte o itiraflardan parçalar” diyerek Özlü’nün kocalarını aldatmasından, cinsellikten söz eden bazı alıntılara yer veriyor.  “Görüyorsunuz saklısı, gizlisi yok Özlü’nün” diyor.  Çok “cesur” olduğunu falan belirtiyor.

Naci yazıda ayrıca Özlü’nün büyük bir çelişkisini bulmuş gibi 3. kez evlendiğine dair haber aldığından söz ediyor. Ve bu haber nedeniyle Tezer’in çok sevdiği (Naci bunu özellikle belirtiyor) yazarlardan olan Svevo’nun “Bir yazılı itiraf her zaman için yalancı sayılır” cümlesini hatırladığından söz ediyor! Altın bulmuş gibi, ünlemlerle belirttiği bu çelişki, Özlü’nün evliliklerden “yanlış toplumsal düzenleme” olarak söz etmiş olmasından kaynaklanmış.  Naci’nin yazısı zaten daha çok Özlü’nün kişiliğiyle ilgili. Naci hemen bu evlilik haberi sonrasında “Tezer Özlü, olduğu gibi görünmeye çalışıyor ama görünmek istediği gibi olamıyor “diyor.

Birisinin evlenmekle ilgili çok şey söyleyip yeniden evlenmesi elbette bir çelişkidir ama Mevlana’dan alıntılar yapacak kadar ciddi bir çelişki midir?  Özlü’nün bile (!)  kendisiyle çelişerek evlenmesi evli olanları rahatlatacak bir bilgiye dönüşmüş sanki. Acaba Özlü’nün insanlarla, varoluşla ilgili söylediği onca sözde hiç çelişki yok mudur? Acaba en büyük çelişkileri(miz) hangisidir? Kaldı ki örneğin Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde (s. 61) Özlü, diğer insanlar üzerinden kendinden söz ederken “…Onlar dolmuşa biner gibi evlenip, iner gibi boşanmıyor” da der.

“Cesaret”, “aydın kadın” gibi tanımlamalar bu tür değerlendirmelerin ardından anlamsızlaşıyor ne yazık ki. Ben Naci değilim ama sanırım sürekli cinsellikle ilgili “itiraflarda” bulunan, yalnızca hiç bir şeyi saklayıp gizlememe adına cinsellikten söz eden bir kitabı okuyamazdım.Onun gibi düşünsem bu kitapların sonunu getiremez, övecek şey bulamazdım.

Aslında Özlü’nün pek çok cümlesi cımbızlanmaya uygun. Yalın ve sahiciliğiyle çarpıcı pek çok cümlesinin ucu açık. Bu sözlerle ilgili çok şey düşünmek, hissetmek mümkün. Ancak cinsellikle ilgili bölümlerin böyle tuhaf şekilde cımbızlanması Özlü’ye ve hatta eleştiri yapanın aklına saygısızlık.

Naci şu alıntıya da yer vermiş ” …neden bu kadar erkekle ilişkim olduğunu da kavrıyorum. Kendi sınırsızlığım içinde yalnız kalmaktan korkuyorum ve bir insanın sınırlarına gereksinmem vardı”. (Sayfa numarası kitap sayfalarıyla uyuşmadığı için belirtmiyorum).

Bunlar ilk cümlesi dışında öyle kolayca anlaşılacak sözler mi? Cinsellik tabu olduğu için, magazinsel ilgi çektiği için belki de en kısır, en sığ konuşmaların dünyası haline gelmiş. Sevişmek yalnızca bedensel zevkle, cinsel sorunlarla falan mı sınırlıdır? Herhangi bir anda olduğu gibi, sevişirken de kendimizi yalnız, kötü hissettiğimiz anlar olabilir. O anlar yaşamımızdaki diğer duyguların akrabaları olabilir. Özlü’nün buna benzer pek çok cümlesinde ben böyle duyguların izini görüyorum.

Albayrak, Özlü’nün insanı gövdeye indirgediğini belirtiyor ve sevişmeyi bedenlerin sürtünmesi biçiminde yazdığını ilerek sürerek bu açıdan Ahmet Altan’ın da öncüsü sayılabileceğini söylüyor! Ayrıca ” Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde” cümlesi nedeniyle Özlü’de “sevgisizlik” görüyor! “Yaşamın ucuna yolculuk” kitabında (s.12) yer alan uzun bir paragrafın son cümlesi olan bu cümlenin böyle cımbızlanması anlaşılır değil. Bu cümlenin yazılmasına neden olan duygu ve düşünceler cinsellikle sınırlı değil ki. Bu cümleden önce gelen birkaç cümle şöyle: “…Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendisini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde.”.

Cinselliğin sığ sularında yüzen eleştirilere birkaç örnek böyle…

Her şey bir yana, Özlü’nün yaşadığı zaman basılmak üzere yazdıkları kendi seçimi, ancak cinsellik konusunun fazlaca gündeme geldiğini gören ailesinin ve dostlarının biraz özenli olması gerekirdi. Özellikle Ferit Edgü ile mektuplaşmalarını içeren, “Her şeyin sonundayım”  isimli kitabı (Sel Yayıncılık, 2010) okurken böyle hissetmiştim. Kimi mektuplar beni çok rahatsız etmişti. Nasıl Özlü bizim o en mahrem anlarımıza, yalnızca zevk duygusuyla sınırlandırılamayacak dünyamıza bir anlamda eşlik ettiyse, ama bunu karşılıklı bir izin ile yaptıysa bu mektuplarda bu karşılıklı ilişkinin olmayışı çok rahatsız ediciydi. Özlü yaşasa belki yine bu mektupları yayımlardı bunu da bilemiyorum ama Özlü okurları olarak bu mektupları okumamızın nasıl bir anlamı oldu bilemiyorum.  Ne yazık ki Özlü’ye olan ilginin sömürülmüş olabileceği de akla geliyor.

6) Tezer Özlü yaşasaydı benim rahatsız olduğum mektupları yayımlar mıydı? Özlü’nün kitaplarında başkalarından, örneğin eşlerinden söz ediş biçimi beni çok rahatsız ediyor. Çok özel şeyleri, hele ki ciddi boyutta eleştirilerini bizimle paylaşması, geçtiği süreçleri, duygularını daha iyi anlamamızı sağlayabilir ancak Özlü’nün tüm dünyasını, içinde bulunan diğer kişilere saygısızlık noktasına varacak kadar ayrıntısıyla bilmemiz gerekli mi? Daha pek çok yazarın evliliği, sevgilileriyle sorunları hakkında bir yerlerde yazılıp çiziliyor ancak Özlü’nün bunu yapıtlarının içine bu denli sokması beni hep rahatsız etmiş, hayalkırıklığına uğratmıştır.

Sözünü ettiğim, Ferit Edgü’yle mektuplaşmalarını içeren “Her şeyin sonundayım” isimli kitap, bu açıdan çok etik dışıydı bence. Kitap Özlü’nün ölümünden yıllar sonra basıldığı için ailesinin bundan rahatsızlık duymaması düşündürücü. Edebiyat alanında yozlukla birlikte her Özlü kitabının çok satıyor oluşu ailesinin çok daha özenli olmasını gerektirmez mi? (Bu kitapla ilgili gerçekten çok rahatsız olduğum birkaç şey vardı ama kitap yanımda değil ne yazık ki).

7) Özlü’nün tüm yapıtlarının tanıtımına, hakkındaki yazılara işleyen bunalım dozunun da biraz ayarından çıktığını düşünüyorum. Yine en başta belirtmeli ki bipolar bozukluğu olan, bu nedenle klinik depresyon yaşayan birinin kimi acılarının kaynağı teknik olarak hastalığıyla ilgili olacaktır. Yaşamında belirgin bir olumsuz etmen olmayan insanlar da bu hastalığın sonucu olarak zaman zaman çok acı çekerler. Belki belirtmek için en uygun yer burası; Özlü ya da herhangi bir insan yalnızca hastalığıyla tarif edilemez elbette. Beyin kadar karmaşık bir organdan söz ediyoruz. İnsanların hastalıkları karakterlerini önemsiz kılamaz.

Acıdan söz edişinde hastalığın etkisini bir yana bırakırsak… Ancak gerçekten acı çekebilenin gerçek, belki de farklı tanımlanması gereken sevinç yaşayabildiğini, en sıradan şeydeki güzelliğin farkına varabildiğini düşünüyorum. Özlü ülkede yaşananlar nedeniyle insanların çektiği acıların yanısıra (ve daha fazla olmak üzere) yolculukları sırasında ve akıl hastanesinde karşılaştığı insanların acılarından da sıklıkla söz etmiş. Bu yazıyı yazarken Özlü’nün tüm kitaplarına iyice göz gezdiremedim ama Kalanlar’daki (s. 30) şu cümle ne demek istediğimi anlatır gibi; “Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı”

İlk olarak 20li yaşların başında, sahte, çıkarcı insanlardan ilk ciddi darbeleri aldığım üniversite yıllarında okumuştum Tezer Özlü’yü. Sahiciliğiyle beni çarpmıştı. Beden ve ego tatmini için her yolu deneyenler arasında kendi olmanın, gerçek olmanın bedel ödettiği o yıllarda beni iyileştirmişti. Beni en çok etkileyen sözlerinden birisi “Yazmayı keseceğim. Yeter. Gece ilerledi. Nerdeyse bir çocuk doğurabilirim” olmuştu. Kimi zaman iyi, kötü tüm yaşadıklarım fazla gelir bana. Hepsinin hissettirdikleri fazla gelir. Anlatacak kimseler az gelir. İçe sığmazlar. Bir çığlık olurlar, bir deniz… Yaşamda kalabilmek için dönüştürülmeleri ya da içten çıkmaları gerekir. Ya yazmalar, üretmeler yetmiyorsa? Sanırım bu cümle böyle bir yerlerden yakalamıştı beni. Dahası bana kalsın.

Özgür Keşaplı Didrickson

Çok acı çektiğine, en çok yaşamı önemsediğine, yaşamın kadın-erkek ilişkisinin üzerinde bir yerlerde olduğunu düşündüğüne dair bazı alıntılar yaptım.

Çocukluğun Soğuk Geceleri‘nden bu paragraflar manik dönem ve depresyon dönemi tarif ediyor,

“…Sonraki günlerde yıldırım gibi hızlı bir gelişme oluyor. Dünya çok güzelleşiyor. Gerçekdışı bir güzellikte yaşadığımı algılıyor, uykularımı kısaltıyorum. Sanki yeteneklerim gelişiyor. Her şeyi daha iyi anlıyorum. Kısa uykular beni daha diri, daha canlı kılıyor. Yorulmadan çalışıyorum. İnsanları her zamankinden daha çok seviyorum. Sanki onlar da beni daha çok arıyor. Yaşamın doğal akışı hızlanıyor. Düşünce akışım hızlanıyor” (s. 47)

“…Coşkuyla başlayan hastalık, yerini büyük bir durgunluğa bırakıyor. Bu dayanılmaz sessizlik ve isteksizlik, eylemsizlik ne? Uyanır uyanmaz saplantılarla başlıyor gün. Yataktan hiç çıkamıyorum. Duyduğumu, okuduğumu, gördüğümü kavrayamıyorum…” (s. 60)

Hastalığı nedeniyle ne kadar çok acı çektiğini anlattığı, beni en çok etkileyen sözlerinden birkaçı;

Kalanlar’dan

“…ben çılgınlık dünyasına en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğu yaptım. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilebilir…” (s. 19)

Eski Bahçe- Eski Sevgi

“…Hastaneden çıkınca, çoğu kez başağrısından ağlamamak için güç dayanıyordum…” (s.47)

“…Akıl hastası olmaktan korkmak, akıl hastası olmaktan daha güç bir durum…” (s. 91).

Yaşamın yazmaktan daha önemli olduğuna, sık sık kadın-erkek ilişkilerinden söz etse de aşkın yaşam karşısında o denli önemli olmadığına dair bazı alıntılar;

Kalanlar‘dan

“Aşk acısı çekmedim hiç çünkü dünyanın verdiği acı her zaman daha büyüktü” (s.30)

“…Yazı yazmak isteğinin dış dünyaya karşı bir tür savunma olduğunu daha bir algılıyorum. Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye hiç olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne büyük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi? Yanımda bir canlının yatmasını neden bu kadar istediğimi şimdi daha iyi duyuyorum. Yaşamaya belki de her şeyin bittiği bir yerde başladım. Ya da kendi yaşamıma inanmıyorum. Ya da kendi varoluşum yetmiyor bana. Yanımdaki bir tene değip, yürek atışlarını duyabildiğimde, yaşamın gücünü algılıyorum” (s. 35-36)

Yaşamın Ucuna Yolculuk‘a koyduğu Cesare Pavese alıntısı;

” Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, âşık olmakla yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur” (s. 20)

Batı toplumuyla ilgili sözlerinden birkaçı;

Eski Bahçe-Eski Sevgi kitabından;

” Batı toplumunda insanın kendisini sağlam bir yaşam inancına oturtmasının güçlüğünü biliyor…” (s. 79)

” Berlin buradaydı. İşte duruyor burada. Duvarlarla çevrili. Göllerle. Kendi insanlarıyla çevrili. Dünyanın tüm insanlarından daha yalnız olan kendi insanlarıyla…” (s.106)

KAYNAKLAR

1) http://www.ekdergi.com/tezer-ozlu-ya-da-istisnalar-kaideyi-nasil-bozdu/

2) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/alismayacagiz-149194

3) http://www.bipolaryasam.org/marmara-universitesi-bipolar-bilgilendirme-toplantisi

Bipolar bozuklukla ilgili çalışmalar yapan kurumlardan birkaçı;

Bipolar Yaşam Derneği : http://www.bipolaryasam.org/

Bipolar Bozukluklar Derneği: http://www.bipolarturkiye.org/

Türkiye Psikiyatri Derneği: http://psikiyatri.org.tr

Bunu paylaş: