Sovyet Yüzyılını Yedirtmeyiz – Can Önen

Sovyet Yüzyılını Yedirtmeyiz* 

Bu Kasım ayı, eski takvime göre 24 Ekim tarihinde (modern takvime göre 7 Kasım) gerçekleştiği için tarihe Ekim Devrimi olarak geçen, tarihte ilk kez işçi sınıfının iktidar olduğu muazzam tarihsel olayın 96. yıldönümü. Devrim, tüm 20. yüzyılın toplumsal- siyasal yaşantısına damga vurduğu ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) 1991’de dağılmasının ardından da bu kez ortaya çıkardığı boşlukla dolaylı olarak dünya siyasetini etkilemeye devam ettiği için bile önemsenmeli. Ne yazık ki böylesine önemli bir tarihsel olay ve sonucunda ortaya çıkan ve 70 yıldan uzun süre boyunca varlığını devam ettiren Sovyetler Birliği’nin tarihine dair çalışmaların büyük bir kısmı spekülatif yöntemlerle ve çarpıtmayla yürütülüyor.

Bu yazıda, söz konusu çalışmalara örnek olarak gösterilebilecek bir tarih çalışması, Moshe Lewin’in yazmış olduğu Sovyet Yüzyılı adlı kitap ele alınacak. Burada yazarın öne sürdüğü tezlerin tümünü ele alıp çürütmek mümkün olmamakla birlikte, yöntemsel bir takım sorunları açıkça gösterebileceğimiz ve yazarın kendisinin de önemseyerek vurguladığı bir takım tezleri tartışacağız.

Lewin, çalışmasında ilk olarak işe, araştırma konusuna yani Sovyet tarihine ilişkin yürütülen çalışmalarda büyük yer tutan iki yaklaşımı eleştirerek ve kendi yöntemini bu yaklaşımlarla arasına koyduğu mesafeyle açıklayarak başlıyor. Yazarın eleştirdiği ilk Sovyet tarihi okuması, kendi değimiyle ‘propagandif’ okuma. Özellikle SSCB’nin ikinci dünya savaşında yaptığı başarılı diplomatik hamleler ve savaşı bitirici rolü nedeniyle dünyada kazandığı prestijin, savaştan bir süper güç olarak çıkan ABD açısından ciddi bir tehdit olarak algılandığına dikkat çeken yazar, bu tehdidin bertaraf edilmesine dönük hamlelerin bir ayağını, bu tür çalışmaların oluşturduğunu öne sürüyor. Lewin’e göre, bu çalışmalar ABD’nin resmi politikalarıyla yüzde yüz uyumlu olarak, bilimsel hiçbir yanı olmayan bir yöntemle yürütülüyor. Bu tür çalışmaları ‘‘ideolojik hezeyan’’ şeklinde niteleyen yazar, yaklaşımın kendi gerçekliğini ve dünyayı kavrama yeteneğinden yoksun olduğunu belirtiyor.

Lewin, ‘propagandif Sovyet anlatısı’nın metodolojik açmazlarını şöyle sıralıyor:

  • Politik bir takım hamlelerin sonuçları ve arkasındaki mantığın kavranması yerine, liderleri başat aktör haline
  • SSCB’yi kendi iç dinamikleriyle kavramak yerine, aslında ona dışsal olan ‘‘demokrasi’’ gibi kavramları kriter haline getirerek, SSCB’nin ne olduğu değil, ne olmadığı üzerinden bir çerçeve çizmek.
  • Liderlerin içerisinde devindikleri tarihsel ve toplumsal bağlamın görmezden Bu   noktada   özellikle   Stalin’i   anlamak   konusunda   oldukça başarısız olan bu yaklaşım, daha ziyade Stalin dönemine dair olumsuz bir algı yaratma kaygısıyla bu döneme dair bir takım zorlama yorumlar geliştiriyor. Örneğin bu dönemde yaşamını yitiren insanların sayısı bir hayli şişirilerek sunuluyor. Yazarın verdiği bir başka örnekte ise, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nı başlatırken veya insanlığa karşı işlediği diğer suçlarda Stalin’den ilham aldığının iddia edildiğinden söz ediliyor . Yazara göre bu  tür argümanlar meselenin ve dönemin özünün kavranmasına engel oluyor ve bilimsellikten oldukça uzak sonuçlara ulaşılıyor.

Nasıl bir Stalin?

Lewin’e göre, Sovyet tarihinin en tartışmalı lideri olarak görülen Stalin hakkında iki uç yaklaşım var. Birincisine göre, Stalin dönemi insanların yalnızca inanılmaz çileler çektikleri bir tür ‘köle devlet’ olarak görülmeli. Diğer yaklaşım ise, Stalin’i ve Stalin döneminin başarılarını fazla yüceltiyor yazara göre. Yazar ise bu iki yaklaşımdan farklı olarak dönemin özgün yanlarını ve önceki ve sonraki dönemle ilişkisini, benzerlik ve farklılıklarını açığa çıkarma iddiasında. Bu iddianın kendi içerisinde ne kadar çelişkili olduğunu birazdan göreceğiz.

Stalin dönemine ilişkin iki uç yaklaşımın eleştirilmesinin ardından, kitapta bu döneme ilişkin öne sürülen argümanlar yazarın yaklaşımının da bir yerden sonra eleştirdiği iki uçtan birincisine yaklaştığını söylemek durumundayız.

Yazara göre, Stalin dönemi önceki dönemle kıyaslandığında çok ciddi bir kopuş dönemi. Sovyet tarihinde olumsuz bir dönem olarak görülüyor. Kitapta çizilen Stalin portresi şöyle: ‘‘Ketum, benmerkezci, temkinli ve entrikacı.’’ Diğer Bolşevik liderlerden bazı yönlerden farklı. Entelektüel yönü kısır, eğitimsiz, dış dünyayı görmemiş dolayısıyla vizyonu dar, teorik donanımı zayıf bir lider. Aslında diğer liderlerin gölgesinde kalıyorken, ‘‘Varoşilov ve Bugdony gibi dalkavukları etrafına toplayarak’’ konumunu güçlendiren biri. Stalin’in iç savaşın ardından atılması gereken adım konusunda Lenin, Trotsky ve Kamanev’den farklı düşünmesi, kendi iç dünyasını ilk olarak memleketi olan Kafkasya gelenekleri, daha sonrada gördüğü kadarıyla Rusya hakkında edindiği tecrübelerden yaptığı çıkarımlar olarak belirtilmiş. Daha sonra yazar Stalin’in iddia ettiğinin aksine aslında bir Leninist olmadığını öne sürmüş. Buna gerekçe olarak ise, Lenin’in hastalığının tavan yaptığı ve siyasi görevlerinden çekildiği bir dönemde Stalin’le aralarında geçen bir anlaşmazlıktan söz ediliyor. Lenin’in eşi Krupskaya, Stalin’le politik bir konudaki anlaşmazlıklarını Lenin’e anlatıyor. Bunun üzerine olayı Krupskaya’nın anlatımıyla bilen Lenin, bir mektup yazarak Stalin’i ‘uyarıyor.’ Buna karşılık olarak Stalin, yazara göre oldukça terbiyesiz bir üslup kullanarak ve Troçki kartını öne sürerek yanıt veriyor. Yani Stalin, rejimin sembol ismine dönük sinsice bir kin güden ve onun en zayıf anına kadar bu kinini gizleyen ikiyüzlü bir lider olarak tasfir ediliyor. Son olarak ise, Bolşevik hareket içerisinde iki farklı eğilimin ortaya çıktığından, bunların bir tanesinin ‘‘demokratik’’ bir rejim kurmaya odaklanırken, diğerinin ise stratejisini ‘‘devletin kendisini’’ merkeze koyarak şekillendirdiği öne sürülüyor. Yani birinci ekibin insan merkezli baktığını, Stalin’in de dahil olduğu diğer ekibinse Devlet merkezli baktığı ima ediliyor.

Bu argümanlar, tarihsel gerçeklikle ciddi anlamda uyuşmazlıklar içermek açısından ve yazarın başka Stalin anlatılarını eleştirirken topa tuttuğu argümanlarla bir yerden sonra benzeşmesi açısından ele alınmaya değer. İlk olarak, Stalin’in Leninist olup olmadığı ille tartışma konusu edilecekse, bunu Lenin’in yaşamının son döneminde aralarında geçmiş bir husumet üzerinden yapmanın çok sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Ayrıca ortada hiçbir veri yokken, ‘‘Stalin aslında başından beri Lenin’e öfke duyuyordu, ama sinsi ve entrikacı olduğu için doğru anı bekledi’’ şeklindeki argümanın ne kadar spekülatif olduğunu herhalde tartışmaya gerek yoktur. Stalin’le diğer Bolşevik liderler arasındaki ayrışmalara bakmak içinse, karakter yapıları, kültürel farklılıklar, entelektüel düzey gibi ayrımlar büsbütün kenara konamayacak olsa da, politik konulardaki ayrımlar üzerinden ayrım yapmanın daha sağlıklı olduğu su götürmez. Eğer bu yapılmazsa, Trotsky değerli bir aydın, Stalin ise cani bir köylüydü gibi anlamsız sonuçlara ulaşmak kaçınılmaz hale geliyor. Yapılması  gerekense tarihselci bir bakış açısıyla Bolşevik önderlerin tek tek devrimin hangi uğraklarında ne gibi katkılar sunduklarını tespit edip, onlara hak ettikleri saygınlığı kazandırmaktır.   Hiçbir   lider,  devrimin   her   uğrağında   aynı   ölçüde   öne çıkmaz.

Dönemin ihtiyaçlarıyla söz konusu liderin yetenekleri, kişiliği ve hareket içerisindeki konumu arasında örtüşme olması gerekir. Örneğin Lenin ve Trotsky, iktidarı alma mücadelesi verilen bir dönemin öne çıkan liderleridir. Hatta daha daraltırsak, Lenin dönem dönem bu konuda yalnız kalmış ve partinin geri kalanını da iktidar için harekete geçirmek için ikna ederek sürüklemiştir denebilir. (Bkz, Nisan Tezleri) Trotsky ise devrimin ilk zamanlarında Rus entelijansiyasının devrimci iktidara onay vermesi ve iç savaş sırasında hem beyazların hem de rejim karşıtı sol sapmaların tasfiyesinde çok ciddi katkılar sağlamış bir Bolşevik önderdir. Stalin ise, az önce sözü edilen tarihsel uğraklarda çok yüksek bir profil sergilememiş, siyasal iktidarın yerleşiklik kazandığı ve artık toplumsal dönüşümlerin hayata geçirilmeye ve sosyalist toplumun inşasına başlanacağı bir dönemde parti ve toplum üzerinde otorite sahibi olmaya başlamış bir liderdir. Stalin önderliğinde Sovyet toplumu çok ciddi badireler atlatmış, 30’ların ortalarından itibaren yükselen faşizm tehdidi, Polonya, Macaristan gibi örneklerle bu tehdidin sınırlara kadar dayanması, faşizmle işbirliğine hazır bir takım unsurların devlet ve parti yönetimine kadar sızmış olması, bununla bağlantılı ciddi ihanet ve komplolar, 2. Dünya Savaşı vs… Tüm bu badireler atlatılırken, başta Stalin, Molotov ve Jdanov’un başını çektiği bir ekip, 1936’dan  Stalin’in tasfiyesine dek, Hrusçov gibi atıl, bürokrat ve yoz kadroların boşa düşmesine yarayacak demokratik bir seçim sistemini Merkez Komitesi’ne kabul ettirmek için didinip durdular. Bu da Lewin’in Sovyet Yüzyılı’nda yaptığı ‘‘devlet merkezli’’ ve ‘‘insan merkezli’’ ayrımını en azından Stalin açısından boşa düşürüyor. Son olarak Lenin’le aralarında geçen ‘‘husumet’’e gelecek olursak, her şeyden önce Lenin’in sağlık nedenlerinden dolayı parti yönetimindeki sorumluluklarından yavaş yavaş çekilmek zorunda kaldığını söyleyelim. Dolayısıyla Lenin, eski Lenin değil, partinin otoritesi ise başka bir önderin elinde. Krupskaya’nın bu dönemde kendi sorumluluğunda bulunan Eğitim komiserliğinin işlevini boşa düşürebilecek, propagandayla ilgili yeni bir düzenleme nedeniyle Stalin’e kişisel bir hınç duymaya başlamış olması ve bundan söz ettiğinde Lenin’in, meseleyi tek yanlı olarak bildiği halde Stalin’i azarlayarak yanlış bir çıkış yaptığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak Lewin, Stalin dönemine ilişkin argümanlarında, eleştirdiği yaklaşımlardan birincisine eşdeğer bir performansla Stalin’in sinsi bir entrikacı olduğu ve Lenin’e başından beri ‘‘gıcık  olduğu’’  halde, onun hastalanıp etkisizleşmesini, yani doğru anı beklediğini söylemekten öteye geçemiyor.

Sovyet Sistemi Neydi?

Yazarın, kendi iddiasına göre kitabı yazarkenki temel derdi Sovyet deneyimini anlayabilmek. Bunun için geçen bölümdekine benzer bir yöntem izleyerek diğer yaklaşımlarla araya mesafe koyan Lewin, anti-komünizmin bir SSCB incelemesi olamayacağını vurguladıktan sonra, bu yöntemin Sovyet olgusunu fazla Stalinize ettiğini öne sürüyor. Yazara göre anti-komünizm Sovyet deneyiminden bir tür öcü çıkartarak batı rejimlerini aklamaya ve bu rejimleri idealize etmeye yöneldiği için Sovyet deneyimini anlamak konusunda başarısız. Sovyet iktidarını sosyalist bir rejim olarak görüp, eleştiriyi bunun üzerine kuran anti-komünistlerin aksine yazar Sovyet rejiminin sosyalist olmadığını iddia ediyor. Yazara göre, Sovyet sistemi bir tür bürokratik diktatörlüktür. Bunun en önemli gerekçesi ise, Çarlık Rusyası ile Sovyet Cumhuriyetlerinin devlet yapıları arasındaki süreklilik. Sosyalizmi, üretim araçlarının mülkiyetinin topluma ait olduğu, siyasetin sürekli olarak daha da demokratikleştiği bir rejim olarak betimleyen yazar, tahmin edilebileceği üzere çok da orijinal olmayan, SSCB’de üretim araçları devletin mülkiyetindeydi, argümanını öne sürüyor. İlginç olan ise, Çarlık Rusyası’nda da durum böyleydi denerek, ciddi ciddi ikisi arasında analoji yapılması. Yazara göre, Sovyet rejiminin bu anlamda önceki rejimden tek farkı, bürokratların bu kez ‘‘makine üreten fabrikaları’’ ve ‘‘atom şehirlerini’’ yönetiyor olmaları. Buna ek olarak tıpkı dünyanın pek çok başka ülkesinde olduğu gibi, eski otokratik rejimden farklı olarak SSCB’nin de bir dönem refah devleti olarak da işlev gördüğünün altı çizilmiş. Yazara göre bu tarz devletten Stalin dönemiyle birlikte sapılıyor. 30’lu yıllarla birlikte devletin dijarva terimiyle anılması ve bu terimin çarlık döneminde kullanılan ‘samadirjets’ (mutlak hükümdar) ve ‘samadirjavie’ (otokrasi) kelimeleriyle etimolojik benzerliğine dikkat çekiliyor.

Bu tezlerin ciddi bir liberal hezeyan sonucu ortaya atılmış fantastik önermeler olduğunu söylemek gerekiyor. Eğer bakı noktası bürokrasi yapılırsa ve devletin sınıfsal aidiyeti, halkın devlet yönetimine katılımı, üretim ilişkileri gibi konular göz ardı edilirse ve Sovyet rejiminin sosyalist olmadığını kanıtlamaya ant içilmişse, belki yazarınkine benzer bir yaklaşım sergilenebilir.

Çarlık Rusya’sı, meşruiyetini tanrıdan alan, yani hiçbir şekilde sorgulanamaz bir otoriteye sahip hükümdarın, aristokrat bürokrasiye liderlik ettiği; ki bu bürokratik yapılanma da toprak ve bu toprağa bağlı insanlar üzerindeki mülkiyetten geliyor, Duma’nın varlığına rağmen, yürütme erkinin yani monarkın diğer tüm erkler  üzerinde de güç sahibi olduğu bir yapıya sahip. Sovyet rejimindeyse, yürütmenin değil, yasamanın yani tabandan tavana, tüm cumhuriyetlerdeki Sovyetlerden gönderilen temsilcilerden oluşan Meclis’in otoritesi söz konusu. Bu sistemde iktidarın meşruiyeti mülkiyet ilişkilerinden veya tanrının emirlerinden değil, halkın örgütlü gücünden kaynaklanır. Yürütme de buna tabidir. Stalin de… SSCB tarihi boyunca ismi ve işlevi sürekli değişse de partinin en üst organı olan Merkez Komitesinin kolektif önderliği olan politbüro (zaman zaman MK Prezidyumu) ile partinin genel sekreteri, Merkez Komitesi tarafından görevden alınabilirdi ve hesap vermek durumundaydı. Zaten 1930’larda Stalin ve ekibinin bir türlü kabul ettiremediği demokratik anayasa da bu durumun kanıtıdır.

Yazarın, Çarlık Rusya’sı ve Sovyet rejimi analojisinin bir diğer dayanağı ise, Çarlık Rusyası’nın memur kadrosuyla Sovyet rejiminin ilk yıllarındaki kadronun hemen hemen aynı olması. Herhalde yazar o dönemde Rusya’daki okuma yazma oranından haberdar değil. Yazar için memurların kime hizmet ettiklerinin hiçbir önemi yok.

Tüm bu örnekler, çalışmanın başında anti-komünist tarih okumalarıyla ve Stalin’i merkeze koyan bakış açısıyla araya mesafe konmak istense de, bu çalışmalardan çok da farklı bir sonuca varılmıyor. SSCB’nin sosyalizmle ilgisinin bulunmadığını iler sürmenin, alınan yenilginin ardından sosyalizmi temize çıkaracağını düşünmek ülkemizde de bazı çevrelerde karşılık bulan bir yaklaşım. Ne hikmetse aynı yaklaşım Türkiye Cumhuriyeti devrimi ve tarihine yaklaşırken de belli bir rezerve sahip. Bu düşünceyle kavga ederek sosyalizmin içerisinden geçtiğimiz dinci faşist diktatörlük dönemini aşmak için gerçekçi tek seçenek olduğunu öne sürmek, sosyalizmin ilk örneği olan muazzam tarihselliğe sırtımızı dönmeyip Sovyet yüzyılını yedirtmemekten ve kendi ülkemizin topraklarına yabancılaşmamaktan geçiyor.

Yararlanılan Kaynaklar

‘‘Yaşanmış Sosyalizm’’ (4,5 ve 6), Kıvılcım Çağla, Sol Haber Portalı: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/yasanmis-sosyalizm-4-bir-baska-stalin- 2286

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/yasanmis-sosyalizm-5-2291 http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/yasanmis-sosyalizm-6-2295

Bir Ekim Yıldönümünde, Stalin Üzerine, Cemal Hekimoğlu – Kasım 1987 – Gelenek 12. Sayı

Sovyet Yüzyılı, Moshe Lewin, 3.Baskı Eylül 2011, İstanbul, Ç. Renan Akman

*https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2013_cc23bbb66bed87

Bunu paylaş: