Kürt Sineması Ekseninde Ulusal Sinema Tartışmaları – Selin Süar

Kürt Sineması Ekseninde Ulusal Sinema Tartışmaları*

Son günlerde dikkat çeken en önemli konulardan biri Kürt, Kürtçe, Kürt Sineması gibi ‘Kürt’ parantezine alınmış her şeyin dilimize pelesenk gibi yapışıp her yerde zikredilir olması oldu. Ulusal devlet politikalarının ortak anadil kampanyalarından kaynaklanan diğer dillerin yasaklanması, hatta bazı kişilerin zamanında Rum, Musevi, Ermeni, Kürt vs yurttaşlarımıza faşizme varan saldırılarda ve engellemelerde bulunması nedeniyle ulusal birliği kıran, insanları Türkiye çatısından uzaklaştıran ve zamanla “Türküm”  demekten bile alıkoyan bu tarz kısır önlemler, zaten şiddet ortamı yaratıp ülkemizi kaos alanına çevirmek için çomak sokmaya hazır bekleyen gruplar tarafından kullanılmaya çok müsait fırsatlar olarak karşımıza çıktı. Başta Avrupa Birliği ve bugün bu ülkeyi yönetenler dahil olmak üzere rant sağlamak için en basitinden “Sen azınlıksın! Kendini bil, haklarını ara!”denilerek zorla ayrıksı otu oldukları kabul ettirilmeye çalışılan Alevi yurttaşlarımızın ve bazı etnik grupların çoğunluğu (Çerkesler, Abhazlar vb) neyse ki diğerlerinin düştüğü hataya düşmemekte ve kendilerini kullandırtmamaktadır.

Sözü çok uzatmadan Kürt Sineması üzerinden açılan ve irdelenmesi gereken ülke sineması nedir, ne değildir veya var mıdır gibi sorulara yanıt bulmaya çalışalım. Sinema dergilerinde bile yer bulmaya başlayan ülke sineması kavramlarının havada uçuşmaya başlaması, ancak ülke sinemasının ne olduğunun  sorgulanmaması  ve  bir  halka  /  bir  ırka  /  bir  topluluğa  dair olan sinemanın  her  yerde  rahatça  kullanılıyor  olmasına  rağmen,  sıra   Türkiye’ye geldiğinde kimi sinemacılar kendini ‘Türkiye Sineması Yönetmeni / Yazarı veya Türkiyeli Sinemacı’ gibi tarzlarda tanımlamaktadır. Bu  tanımlamanın sonucunda, kendini ulusal sınıflandırmanın içine sokmayan, bunu bir başkaldırış olarak niteleyen ve bu şekilde çok marjinal bir kavram kullandığını zanneden bazılarına, bir başka ülkenin sinemasını halkın kimliğine nasıl istedikleri gibi iliştirebildikleri hakkındaki düşüncelerini sormak kimsenin aklına gelmemektedir. Yapılan uzun / kısa ajitasyon filmlerinden tutun da gerçekten başarılı olan uzun metraj filmlere kadar Kürt kimliğinin kullanılıyor olmaya başlaması, Kürt halkının zannettiği gibi gerçek bir başarı olmaktan çıkıp sığ duygusal sömürü silsilelerine dönüşmeye ve şakşakçılar tarafından histerik biçimde övülmeye başlamıştır. Bir örnek vermek gerekirse çekim tekniği, duygulara dokunuşu, başarılı olay örgüsü ve kısa film kalıplarına mükemmel oturuşu nedeniyle genç Kürt yönetmenler arasında anılan Serhat Karaaslan’ın Bisqilet, yani Bisiklet adlı filmi; fakirliği, umudu, çocuksu duyguları karakterler arasında herhangi bir diyalog vermeksizin anlatmaktadır. Pek çok festivalden ödülle dönen film, çöp toplayarak yaşayan baba ve oğlun bir gün çöpte tek tekerlekli bir bisiklet bulması sonrasında gelişen hikâyelerini konu alsa da yönetmen gerek filmin sinopsisinde gerekse verdiği röportajlarda ısrarla dili,  dini ve nereden geldiği belli olmayan karakterlerin Kürt olduğunu vurgulamaktadır. Keza bundan önce yine eleştirisini yaptığım, yönetmenliğini  ve senaryo yazarlığını Sedat Yılmaz’ın üstlendiği Press, yani Basın/Baskı adlı film teknikleri zayıf olmasına rağmen yerel bir gazetede çalışan insanların uğradığı zulümler ve cinayetlere kurban gitmesini başarılı biçimde ve evrensel bir dille anlatsa da yönetmen tarafından yine filmin basına tanıtılmasında adeta parmakla gösterilerek ‘İşte Kürt halkına yapılan zulüm bu!’ çığırtkanlığına dönüşmek üzeredir. Tüm bunlar birilerini mutlu ederken gerçek anlamda taraf yaratan  sözel  yargılar  şeklini  almaya  başlamış  ve  terör  nedeniyle  kaynayan ülkemizde kitlelerin, kendilerini ‘öteki’ ilan eden halkla empati kuracağı varsa da bundan çok daha uzaklaşmışlardır.

Öyleyse ülke sineması nedir? Bir ülkenin sinemasını betimlemek için hangi kriterler ele alınmalıdır? Neden Fransız Sineması varken diğer bazı ülkelerin sineması halk değil de ülke adıyla anılmaktadır? Aslında konuya biraz daha evvelinden bakmak, sinema tekelinden sıyrılarak açıklama getirmek daha yarayışlı olabilir. Her şeyden önce dikkat çekici olan, özellikle Ortadoğu ülkelerine baktığımızda ve doğuya doğru kaydıkça; halkların isimleri yerine ülkelerin isimlerinin ön planda olduğunu fark ederiz. Çizilen suni  sınırların neden olduğu dilimizdeki bu isimlendirme şekliyle Kuveyt, Irak, Suriye gibi ülkelerde aynı çatı altında yaşamak isteyen, ortak bilinç, dil ve ülkü geliştiren toplulukların ulusal bir harekete geçip mücadeleyle o ülkeleri kurmadıklarını görürüz. Mesela; Almanya’da Almanlar, Türkiye’de Türkler, Yunanistan’da Yunanlar yaşamaktadır, ancak bugün ülke sineması olarak isminden çok bahsettiren ve gerçek anlamda başarılı eserler veren İran’da İranlılar değil genel söylemle ‘Acem’ halkı yaşamaktadır. Dünyanın diğer dillerinde hiçbir zaman göremeyeceğimiz veya nadiren görebileceğimiz bir özellik olan Türkçemizin  ‘lı / li’ ekiyle bir topluluğu ülkeye ait kılma olduğu gibi, bir ırk üzerinden ülkeyi isimlendirmek de olasıdır. Bugün konu Türkiye’ye gelince genelde sanatı,  özelde sinemayı ‘lı’laştırıyorsak diğer bütün ırk ismi taşıyan ülkelerin sanatını, edebiyatını vb. ‘lı’laştırmamız ve Ermeni yerine Ermenistan veya Ermenistanlı, Kürt yerine Kürdistan veya Kürdistanlı, Rus yerine Rusya veya Rusyalı dememiz gerekmektedir. Literatürde ırklar üzerinde gelişigüzel konuşulabiliyorsa ya bu tüm dünyaya yaydırılmalı ya da aidiyet kavramı ırklar üzerinden yapılmamalıdır.

Ulus olma kavramı, kimi ülkelerde ülkenin varlığından da öncül olmakta; Kürt sineması, Kürt edebiyatı, Kürt dili vb. dediğimiz noktada ülke olmaksızın birlik olma bilincinin halka yerleştirildiği görülmektedir. Öyleyse ulus kavramına baktığımızda farklı göçebe boylarında, köylerde veya şehirlerde yaşamalarına rağmen ortak payda geliştiren, ortak isim altında toplanan ve/vaya bir arada yaşamaya karar vermiş olan insanların oluşturdukları toplulukları görmekteyiz. Ortak ülkü, ortak tutum ve değerler, ortak örf ve adetler, ortak kültürel bellek ve ortak bir dil etrafında birleşen ulus için öyleyse bir ülkenin varlığına gereksinim yoktur. Bununla beraber devletlerin oluşumu için de tek bir ulusa gereksinim olmayabilir. Nitekim Mısır’dan çıkışından beri vaat edilen topraklara geri dönemeyen Yahudi halkı, bugün ırk ve inançlarının oluşturduğu ulus bilinci çatısında ‘İsrailli’ olmaktan çok ‘Musevi’ veya ‘Yahudi’ olarak anılmaktadır. Yine Türk olmak, bundan aşağı yukarı 100 yıl öncesine kadar gayrı  Müslimlerin, Müslüman halkı sınıflandırmak için kullandığı bir isimdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra ise Türkiye Devleti altındaki vatandaşlara dinine, diline, ırkına bakmadan Türk denmeye başlamıştır. Unutmamak gerekir ki bir ulusun belleğinin ve öğretilerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasında en önemli unsur tarih bilinci ve dildir. Bu nedenledir ki Atatürk ilk etapta Türk Tarih Kurumu’nu ve peşi sıra Türk Dil Kurumu’nu kurmuştur. Bütün ulus devletlerde görülen bu tip ulus-devlet olma bilincini inşa eden kurumları yalnızca Türkiye özelinde despotizm sözcüğüyle eleştirmek sığlıktan ve düşüncesizlikten başka bir şey değildir.

Bugün ortak tarih ve dil bilincinin yanında bir ülkede sanatın ulusallaşmasını şu kriterlere göre ele alabiliriz:

  • Bunlardan ilki, o ülkede bulunan sanat kendine özgü bir kod sistemi, duyarlılık ve dil geliştirebilmiş midir?
  • İkincisi ülkede icra edilen sanatın, içinde bulunduğu koşullara ve çağa ne ölçüde ayna tuttuğudur.
  • Sanat, kendini o ülkede ne ölçüde geliştirebilmektedir?
  • Sanat olarak icra edilen dalda yeni bir akım veya evrenselleşen bir bakış açısı ne derece ortaya çıkmıştır?

Bu detaylandırmalar üzerinden yol alıp tüm dünya ülkelerinin sinemasına baktığımızda aslında ülke sineması dediğimiz olguyu etkileyen pek çok dinamizmin varlığı görülür. Bugün Yılmaz Güney, Kürt yönetmen olarak anılsa da Türk Sineması’nın en önemli yönetmenleri arasında yer alır. Bugün Ferzan Özpetek, Türk Sineması yönetmenleri arasında gösterilip Türk olsa da, İtalyan Sineması’nın önemli yönetmenleri arasındadır.

Sonuç olarak bir topluluğun “ulus” olarak adlandırılabilmesi için çizilen; ‘o toplulukta ortak bir dilin konuşulması’, ‘topluluğun tarihsel geçmişe sahip olması’, ‘ bir arada yaşayan bu topluluğun, gelecekte de bir arada yaşama inancında olması’, ‘o toplulukta bulunan kişilerin ortak duyguları paylaşması’,  ‘o topluluğun birlik ve beraberlik içinde yaşaması’, ‘toplulukta kültürel ortaklık bulunması’ maddeleri üzerinden ve ülke sinemaları genelinden Kürt Sineması’nı tanımlayacak olursak en başta, senaryosu Kürtçe yazılan bir ana yapıdan bahsetmek gerekir.

Bunun yanında Kürt kültüründen, tarihinden, edebiyatından beslenerek konularını Kürtlerin güncel ya da tarihsel sorunlarından alan ve izleyicilerinin çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu filmleri Kürt filmleri ve bu filmlerin dahil olduğu sanatı da Kürt Sineması içinde varsayabiliriz. Ancak tüm bunlar bir topluluğun sinemasının o topluluğa ait olduğunu kesin olarak belirleyen sınırlar değildir. Kürt Sineması, henüz sinemasal olarak kendi yapımcılarını ve dağıtımcılarını; dolayısıyla kendi pazarını oluşturamadığından ülke sineması olabilecek konuma gelememiştir. Amerikan sinemasını gerek kurgu ritmi gerekse senaryo yapısı olarak ayır etmek mümkün, İran sinemasınıysa metaforik anlatımı ve köklü şiir geleneğine dayanan yapısıyla kendini belli eder, Fransız sinemasını renk tonlaması, kendine özgü mizansen ve kompozisyon terichleri öne çıkarır. Bir ülkenin “ulusal sineması”nın olması demek o ulusu konu edinmesi demek değildir. Bu yanlış algılama özellikle Kürt sineması nitelemesinde kendini belli ediyor ve Kürtleri ele alan her filmi Kürt sineması olarak niteliyoruz. Bu açıdan bakıldığında meşhur “Geceyarısı Ekspresi”  de Türk sineması örneği arasında gösterilmelidir.

Ulusal Sinema tartışmaları ve Ülke Sineması nedir sorusuna getirilen  yanıt henüz kesin ve değişmez kalıplara oturtulmadığından tüm Dünya’nın ülke sinemaları için geçerli olabilecek kıstaslar doğrultusunda Kürt Sinemasını ele almaya çalıştık. Buna rağmen çekim teknikleri, senaryo yapısı ve müzik kullanımları da dâhil olmak üzere Fransız Sineması veya İran Sineması olarak  bir çırpıda tanıyabileceğimiz filmlerin ‘tanınabilirlik’ ölçütleri doğrultusunda aslında Kürt Sinemasının henüz mevcut olmadığını, Türk Sinemasının da son dönem bağımsız yönetmenleri çerçevesinde gelişim göstermiş olmasına rağmen belli bir sinematografik biçime ve kodlara sahip olmadığından “ulusal sinema” olarak nitelendirilemeyeceği açıktır.

Son olarak bir dostumuzun geçtiğimiz yıllarda Altın Portakal’ın sinemacılar ve yapımcıları, yeni projeler konusunda bir araya getiren Avrupa Birliği etkinliğinde başına geleni anlatmakta fayda var. Bir genç yönetmen adayı işçi sınıfından  bir  ailenin  zorluklarla  dolu  hayatın  konu  edinen  bir  film  projesi sunmuş ve kurul ona “işçi Türk mü, Kürt mü?” şeklindeki soruyla karşılık vermiş. Demek istediğimiz birilerinin ısrarla “Türk” sözcüğünü kullanması  kadar birilerinin ısrarla “Kürt” sözcüğünü kullanması da tehlikeli.  Buradaki konu “ülke bütünlüğü” gibisinden sığ tartışmalar değil, asıl önemli olan “ideolojiler bitti yaşasın ırksal ve dinsel köklerimiz” sloganı atanların getirdiği postmodern ortaçağda kökleri saygıyla bir kenara koyup birleştirici değerleri   öne çıkarmamızdır. Bu yıl, kısa bir süre zarfında “Aşkın Halleri” adıyla gösterimde olan, Michel Leclerc‘in yönettiği “Le nom des gens” filmi, bize insani değerleri beyazperdeden hatırlatan önemli bir yapıt olarak sivrildiğinden izlenilmesi gerektiğinin altını çizmekte yarar var.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiocak2012

Bunu paylaş: