Kıyametin Estetiği: Melancholia – Selin Süar

Kıyametin Estetiği: Melancholia* 

Lars Von Trier‘in Cannes Film Festivali’nde Kirsten Dunst‘a “en iyi kadın oyuncu” ödülünü getiren son filmi Melancholia, Tarkovsky’nin sinema tekniğinin izlerini sıkça gördüğümüz, klasik müzik ezgileriyle harmanlanan ve doğayı anlatan görüntülerle yavaş çekimde işlenerek açılır. Karakterleri üzerinden iki bölüme ayrılan filmin başlangıcında, Justine’in hüzünlü ve beyaz yüzüyle, gücünü Yaratıcı ve mitolojinin formlarından alan, işlemeli duvarlarla donatılmış olan Barok mimarisinin özelliklerini taşıyan görkemli bir bahçede izleyiciye  sunulan Güneş saatinin varlığı görülür. Ağır bir sahneye eşlik eden klasik müzikle başlayan ve birçok göstergeyle ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ olacak olan film gerçeğindeki yaşam formları, Dünya’nın hareketlerine bağlanarak kurgulanmaktadır. Peşi sıra Justine’in gelinliğiyle ağaç köklerine kadar bağlanmış hâli ve filmin devamında göreceğimiz tek Tanrılı dinlere mensup kitlelerin ortak babası ‘Abraham’ (İbrahim) adı verilen siyah bir atla, Justine, Claire ve Claire’in oğlu Leo’nun üzerlerinde Melankolia gezegeni, Güneş ve Ay’ın bulunduğu sahne görülür. Son olarak, bir Kelt Destanı’na atfen yapılan Tristan and Isolde ezgileri içinde, Melankolia’nın bir gezegene çarparak hem kendini hem gezegeni yok etmesi; destana vurgu yapar gibi, tüm yaşamın aşk iksirinin gizli kadehinde sonlanışıyla tamamlanır.

Daha ilk başta hissedilen ve filmin bütününe yayılan Estetizm, dünyanın ve ölümün katı gerçekliğine set çeken şiirsel bir yapı olarak Justine’in vücudunda yaşam bulmaktadır. Estetizm 18. yüzyılda, ahlak veya yararlılık  karşısında estetik değerlerin ve ölçülerin mutlak bir özerkliğe sahip olduğunu savunan ünlü Alman filozofu Immanuel Kant tarafından ortaya atılan felsefedir ve estetik deneyimin, güzellik formunun insanın sahip olabileceği en yüksek deneyim olduğunu, tüm diğer kavramların estetik deneyim için sadece bir araç olacağını, estetik değerleri içinde barındıran sanatın, ahlakın üstünde olduğunu, estetik yaşantının, insan yaşamındaki en yüksek değer olduğunu savunur. Trier’in, Cannes’daki basın toplantısında, Adolf Hitler’i anladığını söylemesi nedeniyle oldukça tepki toplayıp ortamdan kovulduğunu da hatırlayacak olursak, Estetizm’e ek olarak Alman ekolünün içinde yer alan ve Nazi dönemini de kapsayan; kökenleri dünyanın pek çok doğa dinlerine uzanan spiritüel bir yaşam biçimi olan “paganizm” ile Latince’de ‘Dünya’ anlamlarına gelen ve tüm önemi yalnızca yaşanılan dünyaya yoğunlaştırma; dini ve uhrevi olanı günlük  hayattan uzaklaştırmayı anlatan sekülerizm gibi kavramların bulunuşuna şaşmamak gerekir.

Estetizm’in gerek sanatta gerekse farklı alanlarda kullanıldığı her temanın öne çıkan ismi ‘kadın’dır. Dişi ve doğurgan karakterler, yaşam formunu ileri taşıdıklarından ve doğanın taşıdığı yuvarlak geçişli hatlara sahip olduklarından doğal güzelliği temsil ederler. Güzelliğin ve estetizmin yansıdığı hemen her nesne ise feminen olarak adlandırılır ve dişilikle özdeşleştirilir.

Melancholia’da birbirinden bütünüyle aykırı duran iki dişi karakter, iki kardeş olarak karşımıza çıkar. Öyle ki, filmin iki bölümü bu kişiler üzerinden addedilir. Biri Latincede ‘doğruluk’ ve ‘dürüstlük’ anlamlarına gelen Justine, öbürü Fransızca kökenli bir isim olan ve ‘temizlik’ anlamlarına gelen Claire’dir. Karakter olarak birbirlerine zıt olan bu kız kardeşlerden Justine, melankoliktir  ve sıcacık gülümseyişinin maskeleyemediği depresif bir yapıya sahiptir. Claire ise hayat daha pozitif ve daha gerçekçi bakabildiği hale hep asık yüzlü dolaşmakta, plan ve program altında yaşamaktadır. Film boyunca ailedeki bilinmezlerin gün yüzüne çıktığı sahnelerde Melancholia adlı bir gezegen, Güneş’in ardında saklanmayı bırakır, yörüngeden çıkar ve gittikçe Dünya’ya yaklaşır.

İlk bölüme ismini veren Justine, toplumsal normlara daha aykırı olan kardeşi, ‘meczup’u, ‘hasta’ olarak adlandırılanı seyirciye sunar. Yeni evlendiğini / evlenmek üzere olduğunu anladığımız çift Justine ile Micheal, bir limuzinde birbirlerine kur yapmaktadır. Hareketli kamera görüntüleriyle  yönetmen, çiftlerin birbirine yaptığı kurları ve limuzinin dar patikalardan geçememesinin yarattığı sıkıntıyı muzip ve mutlu halde göstermektedir. En nihayetinde geniş bahçeli görkemli bir malikaneye biraz da geç kalarak giren çifti, diğer kız kardeş Claire ve onun kocası John’un, çiftin geç kalmışlığından ötürü kızgınlıkla karşılamaları perdeye yansır. Konukların sıkıntıdan patlamış olmalarına rağmen Justine, hiçbir şey olmamış gibi, düğünün başlamasına daha çok vakit varmış gibi ilk olarak sadece kendisinin bindiğini söylediği atı olan Abraham’ı görmeye gider. Atın da görülmesinin ardından çiftle beraber kendimizi kalabalık bir düğün ortasında zengin ve para hayranı kişilerin arasında buluruz. Düğünde, filmin ilerleyen sahnelerinde karakterleri belirgin olarak sunulacak olan Claire ve Justine’nin boşanmış annesi ile babası ve Justine’in hem reklam ajansı patronu olan hem de damat Micheal’ın sağdıcı da olan adamla beraber ve diğer davetlilerin de varlığını görürüz.

Trier’in bir burjuvazi eleştirisi olarak sunduğu düğün sahnesinde paradan devamlı olarak bahsedilmesi ve paranın iktidar / güç sembolü olarak sürekli dillendirilmesi, Justine’in babasının masadan göstere göstere kaşık ve çatal çalması, uşakla dalga geçmesi, Michael’in sağdıcının düğün sırasında bile reklam kampanyası sloganı için Justine’i sıkıştırması, Justine’in annesinin bu bolluk ve lüks içinde yalnız, depresif bir halde kendini bir odaya kitlemesi gibi unsurlar Trier’in Justine Melankolisi’nin zeminini oluşturur. Genel olarak Abraham isimli atı kadar kapkara olan / kasvetli ortamlar içinde verilen Justine’in yalnızlığını çokça yeşillik ve yeşil bitki örtüsü arasında tek başına kalan malikâne de destekler niteliktedir. Düğün sahnesi, tahmin edildiği gibi iyi bitmemekte, Justine’in tavırları, ‘kutsal bağ’ çatısı altında olmak istemediğini belli etmesiyle önce içindekileri bir bir söylediği patronunun kızgınlıkla, ardından Michael’in sakince malikâneyi terk etmesiyle sonlanır.

Justine, yaşadığı itiraf ve yıkımın ardından ertesi sabah kız kardeşi Claire ile birlikte atla gezmeye çıkar. Justine’in dikkatini bu gezintide, Akrep Takımyıldızı’ndaki ‘Kızıl   Dev’   veya   ‘Akrebin   Kalbi’   Antares   Yıldızı’nın (Samanyolu’nun en parlak yıldız) görünmediği  çeker. Melankolia’nın yaklaştığının habercisi olan bu olay, filmin ikinci bölümü olan Claire’de daha çok karşımıza çıkacaktır.

Filmin ikinci bölümünün adı olan Claire’de toplum yasalarına göre normal kız kardeş ile hastalığı daha da artan ve iyice anormalleşen kız kardeşin melankolik çeşitlemeleri sunulur. Claire’in eşi John ve oğlu Leo için büyük bir gök olayı olan   ve   izlenilmeye   değer   ‘teğet   geçme’   olan   Melancholia gezegeninin, Dünya’ya çarpıp çarpmayacağı tüm hesaplamalara rağmen belirsiz olduğundan Claire için endişe verici bir hal almaya başlar. John’un sürekli olarak Claire’i yatıştırma çabalarında yatan ‘mükemmel aile’ perspektifi gölgesinde verilen endişe gel-gitleri, bilimin yanılmayacağı, gözlemin ve hesaplamaların şaşmaz doğru bilgi olduğu kesinlik vurgularıyla perçinlenir. Justine, Claire’in yaşamın devam etmesi konusunda duyduğu had safhadaki endişesine karşın, soğuk ışık yayan mavi Melankolia gezegeninin gece karanlığını hapseden ışığının altında çırılçıplak uzanır. Adeta pagan bir törendeymiş ve bedenini, gezegene sunarmış gibi ona karşı itaatkâr, ölümünü bekleyen ve bunu kabullenen dişil bir imge olarak karşımıza çıkar.

Onca gözlem aletinin ve teknolojik harikaların yanında, insan aklının bulduğu pratik çözümlerden biriyle; oğlunun keşfettiği basit bir düzenekle gezegenin yakınlaşıp uzaklaşması hakkında gözlemler yapan Claire, Melancholia’nın görüldüğü ve geçişinin tamamlanacağı son geceyi de atlattığında rahatlar, ancak beklenmedik bir şey olur ve gezegen uzaklaşması gereken yerde yapılan tüm bilimsel hesaplamaların aksine tam da Justine’in iddia ettiği gibi yaklaşmaya devam eder. Evin koruyucu ve olgun bireyi olan ‘baba’, yaşayacağı korkuyu kendine yediremez ve ahırda, Abraham’ın yanında hayatına son verir. Gayet metanetli biçimde kocasının cesedini ahırdaki samanlarla gizleyen Claire, can havliyle oğlunu da alarak yakındaki köye gitmeye çalışır, ancak döndüğü yer yine evi ve kardeşinin yanı olur. Son anlarda insanın neler yapmak istediğine dair verilen pek çok gereksiz eylem de filmde kötülenir. Yaşamın son dakikalarında şarap içmek, en sevilen yemeği yemek gibi toplumun yarattığı onca ‘klas’ zevkin aslında saçmalıklardan ibaret olduğunu seyirciye veren  filmde son dakikalar başka şekilde yaşanır. Yeğeniyle oynayan Justine, Leo’ya söz verdiği gibi hayal dünyasında inşa ettiği, gerçekteyse çalı çırpıyı yan yana koyarak ‘asla yıkılmayacak’ olan bir mağara yapar ve üçü el ele tutuşup, bu yıkılmaz yapının ardında Melancholia’nın Dünya’ya çarptığı an beraber ölürler. Mağara metaforu, Dünyanın maskelenmiş ve sanallıkla donatılan ortamında insanlığın, kendi elleriyle yarattığı karanlıktan sıyrılıp, kolektif bir bilinç oluşturmasına atfen kullanılmış olabileceği gibi, gerçek bilginin sınırlarına ve mağaranın dışındaki bilgi ışığının yetersizliğine de eleştiri yapıyor olabilir.

Yaşamda estetik değerlerin başka her değerden önce geldiğini savunan Estetizm, görüş olarak sanat yapıtlarının değeriyle ahlaki, siyasi ya da dini değer arasında hiçbir ilişki bulunmadığını iddia etse de filme yedirilen bu felsefi bakış açısına karşıt olarak, her filminde olduğu gibi bilimin ve insan aklının sınırlarını eleştiren, mutlak gücün her şeyden üstün olduğunu belirten bir bakış açısıyla Tanrı / Yaratıcı varlığını en üste koyan Trier, ‘zavallı’ insancıkların  dışında kalan ‘meczup’ Justine’i sanki onun elçisi konumuna getirmiş ve akla, güvenliğe, bilime inanan toplumun kurallarını şiirsel bir yok oluş süreciyle yerle bir etmiştir.

Felaket filmlerine estetizm değerlerini katan ve geride tek bir canlı bile bırakmayan Trier, Melancholia ile oldukça çarpıcı bir dramı ve insanların çaresizliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Hareketli kameranın yavaş çekimlerle  bezendiği  teknikte,  klasik  müzikle  desteklenen  sıcak  ışığın  koyu vurgulara döndüğü kasvetli geçişlerin bulunduğu Melankolia, yalnızca yönetmenin değil, Dünya sinemasının başyapıtları arasında yer almayı hak etmektedir.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiocak2012

Bunu paylaş: