Derinlik Sarhoşluğu’nda Aşk – Onur Keşaplı

Derinlik Sarhoşluğu’nda Aşk* 

1959 yılında Paris’te doğan ünlü yönetmen Luc Besson, dalgıç olan ailesi sayesinde gençliği boyunca dünyayı gezerek sualtı sporları yaptı. Sanata ve özellikle sinemaya ilgili olan Besson daha ergenlik yıllarında daha sonra her biri birer kült film mertebesine erişecek olan “The Fifth Element” ve “The Big Blue” filmlerinin senaryolarını tamamladı. On yedi yaşında geçirdiği ve dalgıçlık yapmasına engel olan bir dalış kazası sonucu yunuslar üzerinde uzman bir deniz biyologu olma hayallerine veda etti. Paris’e geri döndü ve sinema ile ilgilenmeye başladı. Filmlerin, ilgi alanlarını diğer sanatlar ile birleştirip sunmasına imkân veren bir yönü olduğunu keşfetti. Bunun üzerine çeşitli yapımlarda küçük görevler almaya başladı. Bir süre Amerika’da yaşadıktan sonra Fransa’ya döndü ve kendi film şirketini kurarak birçok genç sinemacının filmlerini yapımcı olarak destekledi. Daha kariyerinin başlarındayken yalnızca on film yöneteceğini söyleyen Besson özgün bir femme fatale karakterle kara film örneği “Nikita”dan bilimkurgu kültü “Beşinci Element”e, Fransa tarihine eğildiği “Jeanne D’arc”tan kendi kitabından uyarladığı animasyon “Arthur ve Minimoylar”a, fantastik öğeler içeren “Angel-a”dan kiralık katil filmlerine yepyeni bir soluk getiren ve dünyaca üne kavuşmasını sağlayan “Leon”a kadar çok değişik türlerde on film yöneterek şimdilik(!) yönetmenliği bıraktı. 1988 yapımı “The Big Blue” ise yönetmenin en melankolik, bir anlamda en kişisel, kült mertebesine ulaşmış ve Akdeniz sineması olarak tanımlanan alt türe en yakın yapıtıdır.

Akdeniz kıyılarında birlikte büyüyen ve dostluk-rekabet ikilemi arasında yer yer bocalayan Enzo ve Jacques’in ortak noktaları deniz ve dalışa olan tutkularıdır. Ancak bu tutku farklılık gösterir. Deniz, Enzo için bir rekabet ortamıdır, bir anlamda fethedilmesi gereken bir dünyadır. Jacques içinse yaşamın bir parçasıdır, muhtemelen en önemli parçası, bir tutkudan da öte bağlılıktır. Serbest dalışta dünyanın en iyi isimleri olan ikili, yıllar sonra dünya şampiyonluğu için birbirlerine bir kez daha rakip olurlar. İkisi için de gitgide tehlikeli olmaya başlayan bu mücadelenin ya da tutkunun en yakın tanığı ise Jacques’a derin bir aşk besleyen Johanna’dır.

Adı üstünde “büyük” ya da “derin” mavinin varlığını görüntü ve öykünün her yerinde hissettirdiği film, siyah beyaz görüntülerde Akdeniz’in üzerinde kayarcasına, süzülürcesine ilerleyen bir kamera kullanımıyla açılır. Yunanistan, Peru, Amerika, Fransa, İtalya’da gezinen film, ilk olarak Yunanistan’ın bir sahil kasabasının dar sokaklarında karşılar izleyiciyi. Oldukça neşeli ancak dingin bir izlenim veren kasabada daha sonra Enzo ve Jacques olduğunu öğreneceğimiz çocukların denizden para çıkartma oyunlarını izleriz. Akdeniz sinemasının kodu olarak çocukları sadece ilk bölümde görürüz ancak filmin devamında Enzo ve Jacques’ın aslında büyümüş “veletler” olduklarını gördükten sonra filmdeki çocukluğun aslında hiç gitmediğini anlarız. İkilinin atışmaları, filmin kimi yerlerinde öne çıkan mizahı ve elbette havuzda nefes tutma yarışması bu durumun altını çizer.

Filmde, deniz kıyısı yerleşimlerinin ve doğal olarak Akdeniz’in olmazsa olmaz simgeleri çamaşırlara ya da avluya rastlayamayız çünkü karakterlerin evlerini neredeyse hiç görmeyiz. The Big Blue üç saat boyunca suda geçen bir filmdir. Ancak mavi pencere ve kapılı, beyaz badanalı evler, şarap-makarna, yüksek kahkahalı, kalabalık yemek masaları, idealize edilmiş Sicilya görüntüleri eşliğinde film Akdenizliliğini ortaya koyar. Filmde anne figürünü sadece Enzo’nun karşısında görürüz. Akdeniz’in o baskın annesi, balıketli ana tanrıça edasıyla başına buyruk Enzo’yu uysallaştırmaktadır. Film boyunca sürekli alt açıdan heybetli, ukala Enzo gösterimine alıştırılan izleyici, aynı karakteri sadece annesini karşısında üst açıdan gördüğünde Enzo’nun ancak annesinin karşısında baskın olmaktan uzak olduğunu görür. Akdeniz’de, ne olursa olsun anne figürünün baskınlığı hissedilir.

Derinlik Sarhoşluğu’nda cinsellik ise, gerek kamera açıları olsun gerekse müzik kullanımı, daha çok şiirseldir. Enzo’nun bitmek bilmeyen kadın maceralarını dinlemek dışında Jacques ve Johanna’nın mavi tonlar altında sevişmelerini görsel bir şölen olarak sunar Luc Besson. Zaten o sekansın sonunda Jacques, gözleri açık düş görerek derin mavilikte çırılçıplak şekilde, yunusların vücut hareketleriyle yüzerken görür kendini. Yine o sevişme sonrası yatakta uyuyan Johanna’yı bırakıp balkona çıkan Jacques, havuzda tutsak olan ve önceki gün Enzo’yla birlikte kaçırıp Akdeniz’e salarak özgürleştirdikleri dişi yunusun adeta kur hissi veren çağrısını görür. Bunu yanıtsız bırakmayan Jacques, gecenin karanlığında büyük maviye girerek sabaha kadar dişi yunusla yüzer, bir başka değişle sevişir.

Filmde Akdeniz, geniş plan çekimlerle müthiş bir manzara olmaktan öte sanki başkarakter gibidir. Akdeniz’in başrolde olduğu bu filmde Jacques ise havuza kapatılmış yunus misali, karaya kapatılmış deniz memelisidir adeta. Tüm film boyunca yarı düşsel yarı gerçek şekilde Jacques’ın deniz ve yunuslar tarafından çağrıldığını görür ve hissederiz. Bunun yanı sıra denizin, yaşam verip alma olgusunu filmde sıkça görürüz. Filmin siyah beyaz ilk bölümünde küçük Jacques mercan avıyla geçimini sağlayan babasının boğuluşunu, deniz tarafından yutuluşunu görür. Benzer şekilde rekor denemesinde Enzo’nun vurgun yiyerek ölüme yaklaştığını ve Jacques’tan son istek olarak kendisini suya bırakmasını istediği bölümde bir başka sevdiğini de denize sunduğunu görürüz. Filmin ünlü rüya sahnesinde zaten hâkim olan mavi tonlar bir anda tavandan inen dalgalarla birlikte şiddetlenir. Bize kâbus olarak gelen bu sahnede bir anda yönetmen izleyiciyi Jacques’ın bakış açısına geçirdiğinde aslında yunuslarla birlikte Akdeniz’de yüzülen bir rüyada olduğumuzu anlarız. Rüya sonlandığında Jacques’ın gördüğü rüyada vurgun yediğini anlarız burnunda gelen kanla. Sonrasında filmin finaline doğru ilerlerken Jacques Johanna’nın yalvarmalarına, yakarışlarına ve hatta O’nun çocuğuna hamile olduğunu itiraf etmesine dahi aldırış etmeden kendini Akdeniz’in masmavi derinliklerine bırakır. Dibe inip amcasının çocukken anlattığı masalda olduğu gibi denizkızlarının yani yunusların gelip onu almasını bekler. Ve o dişi yunus belirir, Jacques’ı alıp mavinin derinliklerine doğru ilerlemeye devam ederler. Buraya Akdeniz’in, suyun ölümü değil sanki sonsuzluğu hatta özgürlüğünü getirdiğini görürüz. Eric Serra’nın olağanüstü müzikleri, Jean Marc-Barr, Rosanna Arquette ve Jean Reno‘nun üstün oyunculukları, ve elbette Luc Besson’un özellikle sualtındakiler olmak üzere güçlü görüntüleriyle The Big Blue, belki de Akdeniz üzerine çekilmiş en melankolik yapıttır.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2011

Bunu paylaş: