2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu 2: “Yazı Tura” – Onur Keşaplı

 

2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu (2): Yazı Tura*

2000lerin başlarında, güneydoğuda silahların susması ve PKK’nın eylemlerini sürdüremez hale gelmesi, beraberinde konunun dokunulmazlığını bir ölçüde kaldırmış ve Türk sineması güneydoğu/Kürt sorununa bir ölçüde eğilmeye başlamıştır. 2001 yılında Kazım Öz’ün yönettiği Fotoğraf, Diyarbakır’a giden otobüste, biri asker olacak biri de daha çıkacak, iki gencin iletişimini gözler önüne sererken aynı yıl Handan İpekçi’nin çektiği Büyük Adam Küçük Aşk emekli bir Cumhuriyet aydınının, ailesi öldürülen küçük bir Kürt kızına zoraki sahip çıkışının zamanla devlet ideolojisinin terk etmesiyle birlikte farklı bir dostluğa dönüşmesini işlemektedir. Uğur Yücel’in 2003 yılında çektiği, konusu 1999 yılında geçen Yazı Tura ise hem savaş ve güneydoğu gerçeğine hem de Marmara depreminin yarattığı büyük yıkıma ve bu yıkımla meydana gelen olaylara eğilmektedir.

Film, Nevşehirli “Şeytan” Rıdvan ve İstanbullu “Hayalet” Cevher’in hikâyelerini ayrı ayrı anlatmaktadır. İki arkadaşın ortak noktaları ise güneydoğuda birlikte savaşmış olmaları ve mayın patlaması sonucu hayatlarındaki büyük kırılmadır. Futbolcu olma hayalleri kuran ve bu yüzden Fenerbahçe’nin “Şeytan” lakaplı futbolcusu Rıdvan’dan ötürü bu lakapla anılan Rıdvan mayın patlamasında bacağını kaybetmiş olarak annesinin yanına, köyüne döner. Köy halkının ona yaklaşımında farklılık sezmektedir, evleneceği Şefika da ona soğuk ve mesafeli davranmaktadır. Rıdvan sesler duyduğunu söylemekte ve evlerde hayaletlerin olduğunu iddia etmektedir. Kimse inanmasa da Rıdvan ilaçların ve esrarın etkisiyle gerçekten sesler duymaktadır. Bir süre sonra Rıdvan’ın lise aşkı Elif’in PKK’ya katıldığını ve “ölene dek saklayacağım” dediği fotoğrafın Rıdvan’ın elinde olduğunu gördüğümüzde Elif’i Rıdvan’ın öldürdüğünü ve mayına doğru koşmasının da bu sinir patlamasıyla gerçekleştiğini öğreniriz. Geceleri Elif’i gören ve sesini duyan Rıdvan, en yakın arkadaşı Sencer’in Şefika’yı kaçırması sonucunda tümüyle çözülür ve intihar eder. Aynı mayın patlamasında Rıdvan’ı kurtarmanın derdinde olan Cevher ise bir kulağında duyma yetisini kaybetmiştir. Ülkücü bıyıkları olan Cevher “Gazi Büfe”yi açmanın derdindedir ancak bunun ötesinde ufak çaplı haraç işlerine girmiştir. Sert mizacını biran olsun elinden bırakmayan Cevher güçlü, kuvvetli, savaş görmüş bir delikanlı edasıyla sevdiği kadınla bile savaşırcasına sevişmektedir.[1] Kendince kurduğu tüm düzen büyük deprem sonrası büfesinin yıkılması, amcasının ölmesi, babasının enkaz altından son anda kurtarılmasıyla sarsılmışken bir de bunun üstüne Yunanistan’dan üvey annesi ve eşcinsel abisinin yıllar sonra geri dönmeleriyle tamamen yerle bir olur. Başlangıçta abisini reddeden Cevher zamanla çözülür ve abisinin başının belaya girdiğini görünce yardımına koşup onu kurtarmak adına gözünü kırpmadan cinayet işler. Cevher’in sonu hapishanedir.

Türkiye’yi “kendi gerçekliğinden kaçan bir ülke[2] olarak nitelendiren Uğur Yücel, filmde birden çok toplumsal gerçeğe parmak basmaktadır ancak bunlardan ilk dikkat çeken Türk sinemasının pek eğilmediği bir konu olan, askerlik sonrası gazilerin yaşadıkları sarsıntılardır. Askerde bacağını kaybedip dönen Rıdvan, kahvedeki insanların vurdumduymazlığı, hiçbir şey yokmuş gibi günlük oyun ve sohbetlerine devam etmeleri karşısında şaşkındır. Bir de bacağını kaybetmesi konusunda arkasından yapılan asılsız dedikodular genci çıldırtır ve Rıdvan masaları devirerek “Ben sizin için savaştım” diye bağırmaya başlar. Benzer bir ilgisizlik ve vurdumduymazlıkla karşılaşan, milliyetçiliği bıyıklarından ve odasında asılı “Milli Gurur” Naim Süleymanoğlu posterinden belli olan Cevher ise abisine saldıranları öldürdükten sonra polis tarafından yakalandığında “Gaziyim lan ben, bu vatan için savaştım” sözlerini sarf etmektedir.

“…savaştan sonra, kahramanların ‘biz bu vatan için savaştık’ demelerinin ikili bir anlamı bulunmaktadır. Birincisi, kendi inandıkları-inandırıldıkları bir söylemin dışa vurumudur bu; ikincisi ise her ikisinin de söyleniş yeri ve biçimi anlamında bir serzeniş vardır.”[3]

Askerliğin kutsal sayıldığı, şehitler üzerinden milliyetçi söylemin yeniden üretildiği bir ülkede gazilerin kişisel sarsıntılarının üzerine bir de onları davullarla zurnalarla askere yollayan kitlelerin vurdumduymazlığı, filmde özellikle gözler önüne serilmiştir. Bunun yanı sıra Yücel, “kardeşin kardeşi vurması” olarak nitelenen çatışma ortamına “âşıkların birbirini vurmasını” eklemektedir. Ufuk filmle ilgili şunları söylemektedir:

“…savaşın doğruluğu-yanlışlığı üzerinde durmuyor, durması da gerekmiyor; ancak ortaya serdiği durum birçok yalın gerçeği ve yargıyı içinde barındırıyor: Bir iç savaşta, karşınızda düşman olarak görecekleriniz, bir süre önce birlikte yaşadıklarınız, hatta dostunuz-sevgiliniz de olabilir. Çünkü bir iç savaşta düşman kavramı belirsizdir ve egemen söyleme/ideolojiye indirgenmiştir.[4]

Elif’in dağa çıkışının nedenleri olarak arka fona köylerin boşaltılmasını ve fakirliği katan filmde Rıdvan’ın, Elif’in ayrılış öncesi son sözleri “Biz Kürt’üz”e “EE napalım” şeklinde cevap vermesi ayrıştırılmanın yapaylığı üzerine söylenmiş bir söz gibidir. Doğudaki “kardeş” Kürtlerle yapılan ayrıştırmaya batıda Cevher üzerinden “kardeş” Yunan gerçekliğini ekleyen film, deprem sonrası Yunan kurtarma ekiplerinin Türkiye’ye yardıma gelmesiyle birlikte göreceli de olsa ısınan iki ülke ilişkileri gerçekliği üzerinden yola çıkmaktadır. Cevher’in babasının büyük aşkı olduğunu öğrendiğimiz Tasula ve oğulları Teoman’ın yıllar önce Kıbrıs olayları patlak verdiğinde kovulduklarını öğrenirken milliyetçi ve egemen ideolojinin yarattığı trajik ayrışmayı bir kez daha yaşarız. Maço görünümlü Cevher’in öz abisinin hem Rum hem de eşcinsel olması, buna karşın hem arkadaşları hem de Tasula tarafından birbirlerine benzetilmeleri Cevher’in çözülüşünü hızlandırır. Teoman’ın tüm bunları Cevher’in yüzüne vurması ve “Sen Türkoğlu Türk, ben Rum, sen erkek ben ibne öyle mi? Hadi ulan sen adam mısın?” sözleri sonrası Cevher aynayı tutup hiçbir şekilde benzemediklerini iddia eder. “Her an yenilme ve ölme korkusu taşıyan bu genç, akış içinde boyun eğeceğini anladığı an saldırıya geçer[5] ancak ilerleyen bölümlerde bir eşcinsel barında hayat hikâyesini anlatan Teoman, rujlu dudaklarıyla Cevher’i öpüp aynayı gösterdiğinde artık iki kardeş birbirlerine benzemektedir. Cevher’in “onunla bir ‘gay bar’da yaptığı konuşma ve sonrasında bardan kaçışı, yalnız bir şekilde sokaklarda dolaşması, ‘ötekileştirdiklerini” daha yakından tanıması ve kendi gerçekliğinin de bir parçası olduğunun farkına varmasından kaynaklanıyor. Egemen ideoloji söylemi, bu noktada onun için yıkılıyor ve varlık koşulları şüpheli olmaya başlıyor[6] ve Tasula’nın Cevher’e söylediği “Hiç birimizin günahı yok” sözü Cevher için de anlam kazanmaya başlıyor.

Film boyunca puslu, grenli, net olmayan görüntüler ve sallanan kamera çekimlerini kullanan Yücel, karakterlerinin huzursuzluğunu, kasvetli bir ortamla vermiştir. Özellikle Rıdvan’ın hikâyesinde amatör oyunculara ve Yılmaz Güney’i andıran gerçekçi görüntülere başvuran yönetmen, filmin gerçeklik hissini arttırmıştır. Bir yandan eski, çok kültürlü İstanbul’un özlemini yaşatan film öte yandan doğu ve batıdaki kardeş halklarla yaratılan yapay nefret ortamını ve ötekileştirmeyi eleştirmektedir. Filmin sonunda Cevher’in “Askerlik sonrası çiçek dükkânı açacağım, hayat mis gibi kokacak” ve Rıdvan’ın “Fenerbahçe olur mu? Olur, kısmet. Bizim de kendimize göre hayallerimiz var”  sözleri ise bir ülkenin gençliğinin, geleceğinin nasıl yitip gittiğini, hâkim politik görüşün yarattığı nefret ve ayrıştırmanın genç hayatlara nasıl el koyduğunu vurgulamaktadır. Askerlik ve güneydoğu soruna ustaca eğilen film deprem üzerinden Türk-Yunan ilişkilerine eğilmekte ve buralardan yola çıkarak “öteki” kavramını masaya yatırmaktadır. Aynı dönemde çekilen askerlik, deprem, Türk-Yunan ilişkilerine eğilen O Şimdi Asker ve benzeri yapımlara nazaran politik bir duruşu olan Yazı Tura 2000li yılların Türkiye’sine de gerçekçi bir dille eğilmektedir.

[1] Müslüm Yücel, Türk Sinemasında Kürtler, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 247.

[2] Ceyda Aşar, Uğur Yücel Röportajı, Empire, Aralık 2006, sayı 1, s. 85.

[3] A. Ufuk, Yazı Tura: “Hepimizin Hayalleri Vardı”, Yeni Film, Ekim-Aralık 2004, sayı 7, s. 6.

[4] y.a.g.e. s. 7.

[5] Yücel, 2008, s. 247.

[6] A. Ufuk, 2004, s. 9.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2010

Bunu paylaş: