Ölmeden Önce Görülecek Yer – Tuğçe Duysak

Ölmeden Önce Görülecek Yer* 

Bugün ayın bilmem kaçı, canım yazı yazmak istiyor. Yarım bıraktığım öykülerim var ki bunlardan birini yazmayı fazlasıyla istiyorum, sonra planladığım birkaç şey daha… Hepsi onların gerisinde kalan  her  şeyin bulunduğu yerde, kafamda.

Pazar yerinden farksız kafamın içi. Dörtnala rakamlar koşturuyor harflerin ardından. 2ler, kâğıt 20likler 50likler. Toplamalar çıkarmalar daha oluşturamadığım cümlelerimi azaltıyor, engel olamıyorum. Kelimeler eksiliyor ve sonunda göğsüme bir fil oturuyor. Nefes alamıyorum! Biraz daha ileride bir demir parçasına rastlıyorum kafamda, ufuktan yavaşça gelen gemi gibi git gide büyüyor. Demir parçası, v şeklinde demir parçası, anten, sehpa üzeri anten, televizyon üzeri anten ve haberler. Mehmet ıı Ali ıı Birand‘ın haberleri açık kalmış ne hikmetse. Kafamda onun haberleri de dönüyor. Önemliler önemsizler derken herkes konuşuyor ekranda. Düşünüyorum herkes kendince haklı olabiliyor, kimini destekliyorum. Birand ben de konuşmak istiyorum, en çok herkes gibi!

Reklâmları biraz ileri de kafa içi aile meclisinde izliyorum. Tencere kapaklar, paylayıp sönen baloncuklar… Kan bağları yerine gönül bağlarını tercih edesim geliyor. Oraya gidiyorum. Burası çoktandır yaşamak için kullandığım bir yer gibi. Yıkık biraz, bir kısmı yanmış. Çok kötü kokuyor, epeydir kokuşmuşları konuk etmişim sanırım. Biraz daha ilerliyorum burada, birkaç güzel oda görüyorum. Biri gün batımının o kışkırtıcı uyutucu ve bütün zıtlıkları içinde barındıran havası içerisinde. Buram buram yenilenmek kokuyor, buram buram tutku ve aşk. Tüm ev böyle olsun istiyorum. Odaları birleştirip bu kokuyu yayabilir miyiz geçmişe? Teşekkürler, başlayalım o zaman.

Geçmişi kim temizleyecek, birini bulmak lazım. Kafa içi temizlik a.ş.’den Ayşe teyze süpürüyor geçmişi. Benim ürünüm olanları bir köşeye toplayacağız, diğerlerini ise yakacağız. Dikkat sakın geri dönüşüme vermeyelim çöpleri! O burayı süpürürken ben yerde geçen sattığım akbilimi görüyorum. O da ne pasom da orada. Akbil yuvarlanıyor, değeri altı lira, ardından paso ve ben. Koşuyorum. Taksim, Karaköy, Eminönü, Gülhane, Beyazıt, Laleli, tekrar Eminönü… Raylı sistem gibiyim, akbilim yoksa kazıklanmamak için kendi kendimi götürürüm. Saatime bakıyorum, ulaşım aracından bile daha hızlıyım.

Bir bardak su aramaya başlıyorum. Reklâmdaki gibi bozuk paralar geliveriyor ardımdan, hepsi 50 kuruşluk. Kaçmalı mı, toplamalı mı? İki ucu cicili değnek. En iyisi tükürükle idare etmeli. Yutkuna yutkuna yürürken arkadaşlarımı görüyorum. Biri uçuyor, biri kaçıyor, biri dargın, biri üzgün. Bu tepkiler bana mı? Özür dilerim. Aşırı kaybetme korkumdan ötürü sizi kırmamak adına kafa içi sigorta olarak eskiyen, zarar görmüş her şeyi onaracağız. Demek istesem de diyemem. Dicle’nin çökerti fili hala göğsümde. Herkese yetişemiyorum, sevsem de.

Deniz ve yol her şeyi unutturuyor insana, gözlerim kısık gidiyorum. Ölmeli mi bu an? Ne fark eder ki küçülemedikten sonra yaşamak. En mutlu olduğum bir anda alsana beni hayat, yanına. Gerçeğin insan ürünü olmadığı  senin  insan ürünü olmadığın bir şey diliyorum. Diliminde insan ürünü olmadığı. Çok kirlendik, beni doğaya geri ver. Beni özümde olana bırak. Anlamsız tüm bunlar. Biri kurdu, biri düzenledi, biri sahneledi, biri oynadı diğerleri hani bana hani bana dedi. Ben demiyorum. Al beni, diğerleri çarpışsın kendi arasında. Al sevdiklerimi. Başa dönebilir miyiz?

*https://issuu.com/azizm/docs/edergitemmuz1010_198b133be93ff4

Bunu paylaş: