İsrail Notları – Selin Süar

İsrail Notları 

İkametgâh İzmir olunca Akdeniz ülkelerine ulaşım daha kısa yoldan olsa da şehre gelen turist sayısının kısır oluşu ve İzmir üzerinden yolculuk yapacak kişi sayısının İstanbul’a oranla daha az olması nedeniyle İzmir’den İstanbul’a ve İstanbul’dan Tel-Aviv’e aktarmalı yapacağım yolculuğa bir gece öncesinden hazırlanmıştım. Devasa valizimi üzerine oturarak kapatmayı başardığımda bir süre havada uçuşan kurşunları, füze saldırılarını, siren seslerini, belki de Lübnan’da yaşandığı gibi birden patlak verebilecek bir savaş esnasında ülkeye iş için veya tatil amaçlı gidenler gibi İsrail’de bulunan turistlerden biri olacaktım ben de, kim bilir… İki ülkenin arası zaten limoni; başbakan Davos zirvesinde  ‘siz öldürmeyi iyi bilirsiniz’ demiş, peşi sıra dizi krizi patlak vermiş ve en son Ayalon (İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı) –Çelikkol (Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisi) olayı yaşanmıştı. Ailem korkuyor, uçağın kaçırılmasına kadar felaket senaryoları yazıyor, gitmemi istemiyor, İsrail’deki dostlarım ülkeye girişte polisin soracağı ahiret sorularından sıkılmadan, her zaman gülümseyerek cevap vermemi, ne olursa olsun ses tonumu asla değiştirmememi sıkı sıkı tembihliyorlardı.

Bütün hengâmelerden sıyrılıp soğuk İstanbul gününe adım attıktan sonra Tel- Aviv uçağını beklemeye başladım. Etrafımda dindar olduğu her yerinden belli olan Museviler olduğu gibi, Araplar, Türk vatandaşı olan Museviler de vardı. Türkçe, Arapça ve İbranice birbirine karışmıştı adeta. Uçağa bindiğimde gökyüzünden Yeşilköy’ü keyifle izledim. Çok geçmeden yemek servisi başladı ve yemekler standartlar çerçevesinde veya isteğe göre koşer olarak sunuldu. Koşer, Musevi dinine uygun olarak kesilen, dine göre temiz sayılan et veya Musevi şeriatına uygun olan yemek anlamına gelir. Musevilikte de domuz eti haram olduğundan yurt dışında, örneğin Amerika’da yaşayan Müslüman arkadaşlarımın da güven açısından özellikle koşer damgası olan etlerden aldıklarını ve koşer yemek satan restoranlarda yemek yediğini duymuştum. Uçakta elbette herkes koşer yemek alamıyordu. Yolcular seçimlerini bilet rezervasyonunda, önceden bildirmiş oldukları gibi, uçakta soyadı ve din sorgusuna göre veriliyordu. Yolculuk iki buçuk saat içinde çocuk bahçesi gibi olan uçakta göz açıp kapayana kadar geçmiş, ailemin ‘hava korsanları’ senaryosu buhar olup uçmuştu. Çevrede görebildiğim tek korsan Moşe adında Türk vatandaşı olan beş yaşlarındaki sarı saçlı çocuğun, Vedat adındaki bir başka çocukla aralarında paylaşamadıkları peluş oyuncak olmuştu. Akdeniz üzerinden süzülen uçak başarılı bir biçimde Ben Gurion Havaalanına iniş yaptığında hayatımda ilk defa bütün yolcuların pilotu alkışladıklarına tanık oldum.

Sıra, çekileceğim sorgu kısmındaydı ama kalabalık, karmaşık ve keşmekeş İstanbul görüntüsünün ardından bol yeşillikli, ferah ve görüntü kirliliği olmayan şehir panoramasıyla karşılaşınca sorabilecekleri soruları tahmin etme çabamdan sıyrıldım. Havaalanının içine girdiğimde İsrail’i tanıtan çok hoş fotoğraflarla karşılaştım ama en sevdiğim her ülkenin ‘ilk’lerini anlatan reklam panoları oldu. Reklam panoları her bir ülkenin en ünlü yemeklerini, hayvanlarını, bitkilerini konu alıyordu. Türkiye yok muydu yoksa hızlı hareket etmem gerektiğinden ben mi gözden kaçırmıştım, bilmiyorum ama ‘ilk İsrailli’ yazısının altında dikenli  bir kaktüs fotoğrafı olduğunu görünce çok gülmüştüm.

Gümrükte Dünyanın pek çok yerinden gelen turistler vardı. Ülke vatandaşları ve vatandaş olmayanlar için ayrı gişeler açılmıştı ve uzun kuyruklar oluşmaması için mümkün olduğu kadar çok memur çalışıyordu. Sıra bana geldiğinde nerede kalacaksınız, kaç gün kalacaksınız, nereden geldiniz soruları dışında iyi tatiller ve iyi eğlenceler dileklerinin yanında güler yüzünü esirgemeyen memurlar ve polislerden başka hiçbir şeyle karşılaşmadım. Obez valizimi de aldıktan sonra beni evlerinde misafir edecek olan ve ailem gibi gördüğüm İzmir  doğumlu İsrailli yazar Erroll Haim Gelardin ve çok tatlı eşi Rezzan Gelardin’e uzun uzun sarılmamın ardından eve doğru yola çıktık.

Karar vermiştim, bir tek bizim ülkemizde mühendisler yol yapmayı bilmiyorlar veya buna dikkat etmiyorlardı, çünkü gittiğim her yurt dışı seyahatinde dar ve basit sokak aralarında bile arabanın bir kez olsun sarsılmadığı yollarla karşılaşmıştım. Çöle yaklaşmış olmama rağmen oturduğum şehirde gördüğümden çok daha fazla yeşil örtüyle karşılaşmış, hemen her apartmanın ve her evin geniş ve bol ağaçlı bahçeleri olduğuna tanık olmuştum. Binalar – özellikle  denize  bakanlar-  Türkiye’deki  gibi  birbirine  siyam  ikizleri tarzında yapışık beton yığınlar olarak değil, deniz havasını en içteki apartmana veya iki katlı eve bile alabilecek kadar akıllıca inşa edilmişti.

İsrail’e ayak bastığım gün Pazar’dı, yani oraya göre haftanın ilk günü. Cuma yarım gün ve cumartesi tam gün tatil olduğundan pazar günü herkes işbaşı yapıyordu. Buna rağmen şehir çok kalabalık değildi. Trafik sakin ve kurallara uygun işliyordu. Her kırmızı ışık yandığında ne zaman camdan dışarı baksam yanda duran arabanın şoförünün veya yolcularının bakışlarıyla karşılaşıyordum. Bu sonradan alıştığım bir şey olacaktı, çünkü İsrail’de kırmızı ışıkta durunca yandaki arabada bulunanlar kendi yanındakine merak edip mutlaka bakıyordu. Bu kimi zaman gülümseyip selam vermelerle, kimi zaman da çatık kaşlar veya hayret dolu bakışlar eşliğinde yeşil ışığın yanmasıyla  son buluyordu.  Yayalar yol bomboş olsa da asla kendilerine geçiş izni tanınmadan karşıdan karşıya geçmiyorlardı.

Mimari, Tel Aviv Yafo’da kendini hemen belli ediyordu. Önceden de bahsettiğim gibi parkların ve bahçelerin çok olmasının yanı sıra bir apartmanla diğerinin yanında mutlaka mesafe bulunuyordu. Bunun yanı sıra hemen her ailede bir köpek, iki çocuk olduğuna kanaat getirdim. İsrail’de köpek besleyenlerin sayısı oldukça fazla. Temizliğe öylesine dikkat ediliyor ki  çocuklar gönüllerince sokaklarda koşup oynayabiliyor, yerlere yatıp yuvarlanabiliyorlar. Parklar ve bahçeler bunlar için zaten çok elverişli. Çöpler özel olarak ayrıştırılmış. Kimse pet şişesini bu tür ürünler için özel  olarak ayrılan çöp tenekesinden başka bir yere atmıyor. Köpek gezdiren fazla olduğu için sahipler, dışkıları toplamak zorunda ve bunun için kentin her yanına özel poşetler konulmuş.

Kentte kanyon denilen büyük alışveriş merkezlerinin yanında füze veya kurşun olarak adlandırabileceğim görünümde bir bina dikkatimi çekmişti. Sorduğumda orada bir Türk ailesinin yaşadığını ve binanın tasarımını kendilerinin  yaptıklarını öğrendim.

Denizin varlığı kendini hemen gösteriyordu ve sahil şeridinde bisiklete binen, koşan, köpek gezdiren insanlar göze çarpıyordu. Spor ve sanat kent görünümünde ön plana çıksa da kentte bir tane bile heykel yoktu, ama hemen  her yerde sakallı bir adamın resmi veya maketi göze çarpıyordu. Adını ve kim olduğunu sorduğumda Siyonizm kavramını ortaya atan ve hangi ülkede yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun bütün Yahudilerin bir ulus olduğunu ilk söyleyen kişi olduğunu öğrendim. Daha detaylı olarak araştırdığımda ise bu kişinin Yahudi kökenli Macar siyaset adamı Theodor Herzl olduğunu, daha sonradan gazetecilik mesleğini yaptığını ve Fransa’da tanık olduğu ırkçı söylemlerden, Yahudilere yapılan kötü muameleden sonra 1895’te kaleme aldığı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı eserinde bugünkü İsrail’in kurulmasında ilk düşünsel tohumları attığını okudum. Sormadım, ama yol tabelalarında gördüğüm Herzliyya iline ait olan isim Herzl’den kaynaklanıyor olsa gerek diye düşünmekteyim.

Bütün tabelalarda, paraların üzerinde (İsrail’in para birimi: Şekel), marketlerde, alışveriş mağazalarında; kısacası her yerde ilk olarak İbranice, ikinci olarak Arapça yazıyordu. İsrail iki resmi dil kabul etmişti: biri İbranice, diğeri Arapça. Ülkemizde 1950’lerde hız kazanan ve azınlıkları asimile etme veya ülkeden kovma  nedenlerinden  biri  olarak  ‘Türkçe  konuş  vatandaş!’ propagandalarını, günümüzde bile devam eden sansürleri düşündükçe vahşi olarak gösterilen ülkenin iki dil çatısı altında birleşmesi beni oldukça düşündürdü. ‘Arapların kökünü kurutmayı düşünüyorlar’, ‘soykırım yapıyorlar’ denilen bir ülke için tek dil çatısı altında birleşme inadının olmaması, bazı Arapların İbranice bile bilmemesi, kendi okullarının olması, kendi yerleşim yerlerinin bulunması ne yalan söyleyeyim, bana ‘one minute’ dedirtti. Araplar da ordunun üst kademelerinde, yönetimde söz sahibiydiler. Bunları sonraki günlerimde bire bir görecek ve medyanın sahtekârlığına bir kez daha tanık olacak, 19. yy başlarında ortaya çıkan “bir sinekle bir devlet adamı birbirine çok benzer çünkü…” bilmecesinin sonuna gelen “ikisi de gazeteyle yok edilebilir” cevabını tekrar deneyimleyebilecektim.

Kalacağım evin bulunduğu sokağa geldiğimde park yerlerinin muntazam oluşu ve insanların, arabalarını gelişigüzel park etmemesi gözüme çarptı. Meğer  herkes bulduğu yere arabasını keyfi olarak park edemiyormuş. Herkesin kendine ait bir park yeri bulunuyor ve bu yer o kişinin üzerine zimmetleniyormuş. Başka bir  sokağa  veya  semte  geçenler,  yalnızca  yabancı  araçlar  için  ayrılan park yerlerine park edebilir, olur ya kuralı ihlal etmeye kalkışan olursa yüksek para cezası ödemeye mahkûm ediliyor, “benim param var” veya “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demeye kalkışan VIP (!) vatandaşlara rastlanırsa kimsenin gözünün yaşına bakmadan ehliyetinin alınmasına veya hapis cezasına kadar bu iş gidebiliyormuş. Kısacası milletvekili, doktor, hukuk adamı, polis; yani vatandaşların güveneceği mecraların maaşları yüksek tutulduğu için adam kayıran veya rüşvet alan basın-yayın yoluyla elaleme rezil rüsva ediliyor, yüzü kızaran ve halk tarafından toplumsal baskıya maruz kalan kişi insan içine çıkamaz hale geliyor. Ülkemizde böyle kişilerin rezil olması gerekirken daha çok baş tacı edilip vezir yapıldığını düşündükçe acı acı gülümseyip bir bardak soğuk su içmekten başka çare bulamıyorum.

***

Yemekler Akdeniz mutfağının biraz daha farklı versiyonunu oluşturuyor. Türkiye’den gelen kişinin damak  zevkine uygun olmakla beraber daha ağır,  daha acılı ve tanık olmadığımız kadar çok mezeyle donatılmış durumda. İsrail mutfağı Arap mutfağıyla bire bir aynı. İsrail’in ünlü ‘falafel’ ve ‘humus’u başka ülkeden gelen turistlerin ilk ısmarladıkları arasında yer alıyor. Falafel, ilk  bakışta mücveri anımsatsa da nohut ve iç bakladan yapıldığı için tadı başka. Türkiye’de ayaküstü tüketilen döner neyse falafel de İsrail için o. Humus ise nohut, tahin ve sıvıyağ ile yapılan bir çeşit meze. Çatalla, kaşıkla kibarca kenarından alarak değil, ekmeği bandıra bandıra yenilmesi makbul oluyor Ortadoğu topraklarında. Hemen her gittiğimiz yerde, ana menüye yer bırakmasa da bitmek bilmeyen çoklukta mezenin eşliğinde kırmızı veya beyaz şarap içmenin tadına doyum olmadı.

İsrail denilince elbette akla ilk gelen kutsal topraklar oluyor. Tek tanrılı üç büyük dinin bir arada olduğu, defalarca fethedilen, filmlere, kitaplara konu olan ve paylaşılamayan Kudüs veya bir diğer ismiyle Jerusalem… Tel Aviv’den otobüsle 50 dakika süren yolculuğun ardından taksiyle merkeze ulaşmak mümkün. Tarihi ve kutsal yerleri görmek için otobüs garajından yolcu götüren taksi şoförü uzun yolu da seçebilir, kısa yolu da. Kısa yoldan gidildiğinde hemen her yerde göze çarpan siyah fötr şapkalı, siyah ceketli ve  pantolonlu,  uzun sakallı ve saçlı ‘Dati’ler, yani koyu Musevi dindarlar, çarşafa girmiş olan rahibeler veya Müslüman kadınlar, aşırı dindar Müslümanlar ve Hıristiyan din adamları bulunuyor. Din okullarında Musevi öğrenciler daha küçüklükten eğitiliyor ve aynı şekilde giyiniyorlar. Pantolonun paçasının uzun veya  kısa oluşu, pantolonun paçasının çorap içine sokulması veya dışarıda kalması ait oldukları iç grupları belli ediyor. Kutsal yerlerin bulunduğu yere adım atınca kalabalığa bir yerinden dâhil oluyor insan. Dünyanın her yerinden gelen farklı renkte, farklı dillerde konuşan, farklı dinde insanlara kulak kabartıyor sokak içlerinde mallarını satmaya uğraşanlar…

Kutsal mekânların çevresinde dört mahalleli bölünme Müslüman, Hıristiyan, Ermeni ve Yahudi mahalleleri olarak kendini gösteriyor.

Katoliklerin hâkim olduğu Hıristiyan mahallesinde Ortodoks ve Protestanların  da temsil edildiği yerler var. Hıristiyanları ilgilendiren kutsal mekânların bir kanadında Ermeniler, bulunuyor. Ermeni sokağında dalgalanan Ermenistan bayraklarının altında bulunan restoranların sokağa, herkes tarafından görülebilecek bir yere koydukları menülerde bilmediğim yemek isimleri olduğu gibi ‘kebab’tan, ‘musakka’ya, ‘basturma’dan ‘sucuki’ye kadar tanıdık isimler de vardı. Türk vatandaşı bir Rum arkadaşımın Hz. İsa’nın vefat ettiği yere gidip dua etmemi ve yan yana duran 33 adet mumdan almamı istemesi üzerine ilk iş olarak Ermeni mahallesinden çıkıp Rum mahallesine, yani Hz. İsa’nın vefat ettiği yere, Kutsal Kabir’e gitmek için yollara düşsem de yolumu şaşırıp bilmediğim yerlere girip çıktım. Mısır çarşısına bire bir benzeyen Kudüs sokaklarında her dükkân  sahibi  içeri girmem için, aynı  Türkiye’deki  esnaflar gibi bildiği bütün dilleri bir anda sıralıyor, gelen kişiyi hangi ülkenin insanına benzetirlerse ilk o dilde selam verip müşteri kazanmaya uğraşıyorlardı. O kadar çok kişi İspanyolca hitap etti ki bir an için “İspanya’ya gitsem kendimi öğrendiğim kelimelerle idare edebilirim” diye düşünmeye başladım. Gözüme kestirdiğim yaşlı bir adama yolu sorduğumda gülümseyerek ve bozuk İngilizcesiyle yolu tarif ettikten sonra geldiğim yeri sordu. Cevabını alınca çok şaşırıp “Allah Büyük” diye naralar atmaya başladı peş peşe.

Kimse, ama hiç kimse çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeden geldiğime inanmıyordu. Ne giysilerim ne görünümüm bilindik Müslüman ülkelerindekine benziyordu. Etrafımda başı eğik çarşaflı kadınları ve etraflarına fıldır fıldır gözlerle bakan eşlerini gördükçe Mustafa Kemal Atatürk’ün biz Türk kadınlarına nasıl büyük bir armağan bıraktığını ve o büyük adamın değerini bir kez daha anladım. Yaşlı ve güler yüzlü Arap dedenin tarif ettiği yolu  izlediğimde gerçekten de Kutsal Kabir Kilisesi’ni hemen buldum. Avluda cirit atan birçok dil arasından Türkçenin tanıdık kelimeleri de kulağıma çarptı. Kimi turist kafilesine dâhil olarak geziyor, kimi benim gibi istediği yöne ilerliyordu. Peşime takılan ve bana laf atmaya çalışan üç veletten ikisinin fotoğrafını çektikten sonra Kutsal Kabir’e girdim ve o an Ömer Camii’nden yayılan ezan sesi tüm sesleri bastırarak Kudüs üzerinde çınlamaya başladı.

İçerideki karanlık ortamda insanlar mümkün olduğunca sessiz konuşuyorlar, dua ediyorlar ve fotoğraf çekiyorlardı. Kimi başını kapatmış kimi kış ortasında bile neredeyse yirmi dereceleri bulan Kudüs’te yaz ortasındaymış gibi dolaşıyordu. Hz. İsa’nın vefat ettiği yerin girişinde uzun bir kuyruk oluşmuştu. Dostumun içten gelen bu ricasını gerçekleştirmek için ben de sıraya girdim. Bir papaz sıradaki insanları beşerli gruplar halinde içeriye alıyor, içeridekiler  çok oyalanırsa hiç konuşmadan, ellerini tahtaya vurarak onların dışarı çıkmasını istiyordu. Sıra bana geldiğinde biraz da çekindim, ne de olsa Hıristiyan  değildim, ama herhangi bir soru sorulmadan beni de içeri aldılar. Eğilerek girdiğimiz yerde yaşlı kadınlar taşları, ikonaları öpüyor, kimi ağlıyor kimi de sürekli dua ediyordu. Ben de duamı ettim ve çok oyalanmadan çıktım. Yan yana duran 33 adet mumu da orada yakıp bir çanağın içinde geleneklere uygun olarak söndürdüm ve mumları bir poşete atıp çantama koyarak Mescid-i Aksa’ya yöneldim.

Sokakları arşınladıkça Harem-i Şerif’e yaklaştığımı anlıyordum. Bunların en büyük göstergesi Arapça yazıların çoğalmaya başlamasıydı. Harem-i Şerif, Hz. Muhammed’in göğe yükselip Mirac’ın yaşandığı yer olması nedeniyle Müslümanlar için önemliydi. Televizyonlarda hep gördüğüm o altın kubbe, yani Ömer Camii bu kez tam karşımda duruyordu. Kapıda her ibadet mekânının girişinde bulunduğu gibi İsrail askerleri, polisler ve Müslüman yetkililer vardı. Birikmiş olan turist kafilesini geri yollamaya çalışıyorlar, “Müslüman olmayan Pazar haricinde giremez” diyorlardı. Öne atılıp içeri girmeye kalkıştığımda benim de yolumu kestiler ve pasaportumu çıkarıp geldiğim ülkeyi gösterince şaşırdılar. Müslüman olduğuma yine inanmadılar. Nüfusumdaki din ibaresi kısmı ilk kez bir işe yaramıştı, ama girmem hala yasaktı çünkü kapanmam gerekiyordu.

Girişte bulunan satıcı 40 Şekel’e, yani benim Tel Aviv’den Kudüs’e gidiş-dönüş yol parama incecik bir etek ve başıma geçireceğim çarşaf verdikten sonra eteği büyük bir beceriksizlikle üzerime geçirmeye başladım. Sıra başıma geçireceğim çarşafa geldiğinde yırtık olan yerin boynumdan geçeceğini sanarak o bölgeyi daha da yırtmaya çalıştığımda satıcının can havliyle Arapça sözcüklerle bağırarak yanıma gelip beni durdurduğunu ve o bölgeyi yalnızca yüzümden geçirerek çarşafı bana giydirdiğini hala gülerek hatırlarım. Kapıda içeri girmek isteyen turist kafilesinin şaşkın bakışları arasında polis kontrolünden geçerken boynumda Müslümanların Fatıma’nın Eli dedikleri, Musevilerin ise Hamsa dedikleri ve kutsal saydığı ‘el’ biçimindeki kolyemi, hem İsrail’e yeni geldiğimde satın aldığım ve Davut Yıldızının bulunduğu bilekliğimi, hem de çantamdaki 33 adet mumu gören polis haliyle şaşkın biçimde hepsini sayarak güldü ve ardından içeri alındım. Daha girdiğim gibi Ahmet adında bir rehber içeriyi tanıtmak için yanıma yanaştı. Avluda koşup oynayan Arap çocuklar, yerde oturup ılık havanın tadını çıkaran adamlar ve ayrı bir yerde toplanan kadınlar bana bakmaya başladılar. Ahmet, Arap aksanıyla İngilizce konuşuyor ve bulunduğum bölgenin önemini bana anlatmaya çalışıyordu.

Botlarımı çıkarıp içeri girdim. Boydan boya halı serilmişti ve içeride güzel bir koku vardı. Güvercinler seccadelerin üzerinde geziniyor, ziyaretçiler veya  oranın halkı Kuran okuyordu. Hz. Muhammed’in sakalının bulunduğu yeri gösterdi Ahmet ilk önce ve Selahaddin Eyyubi’den Haçlı Seferlerine kadar güzel bir sohbet başladı. Osmanlı Devletinden gelen tuğralar da  göze çarpıyordu. Elimden geldiğince fotoğraf çektikten sonra Peygamberin Burak’la Miraç yolculuğunda öncelikle vardığı ve yükselerek göklerin yedi katını  gördüğü söylenen yere indik. Muallak Kayası adı verilen bu yer gerçekten de kayaların iç içe geçtiği oyuk, basık ve mağara gibi bir yerdi. Hz. Muhammed’in burada namaz kıldığı rivayet ediliyordu. Bir kadın kayanın bir köşesine oturmuş Kuran okuyordu. Yeniden yukarı çıktığımızda soluk almaya fırsat bırakmadan Ahmet, cennetin yedi kapısı olarak adlandırılan yedi ayrı kapıyı simgeleyen mermer oymaları ve kapıları gösterdi. Çok geçmeden Mescid-i Aksa’ya gitmemiz için yeniden avluya çıktık. Avluda camiyi dışarıdan gösterip duvarda yazılı olan sureleri gösterip okumaya başladı. Kısaca avluda gezindikten sonra Mescid-i Aksa’ya girdik ve girdiğimiz gibi bir dolabın içine konulan patlayıcı maddeleri bana göstermek için dolaba doğru yöneldi Ahmet. 29 Ağustos 1969 yılında bir Avustralyalının buraya girip kutsal yeri havaya uçurduğunu, çok kişinin öldüğünü, çıkan yangınla tavandaki kaplamaların zarar görüp yıkıldığını ve patlayıcıların üzerindeki USA yazılarını gösterdi. Peşi sıra Ariel Şaron’un 3000 askeriyle buraya girdiğini, ikinci intifadanın bu şekilde başladığını ve Müslümanlara zulüm uyguladığını söyledi. Sessiz kaldım, çünkü olayın temelini bilmiyordum. Eve gidip bu olayı sorunca İsrail toprağı olmasına rağmen Müslümanların buraya kimseyi sokmadıklarını ve Şaron’un “Burası benim ülkem, ülkemde bulunan topraklara istediğim gibi girerim” demesi sonucu askerleri de alarak burayı gezdiğini ve bunu kabullenemeyen Müslümanların intifadayı başlattığını öğrendim. Olayı yaşayan her iki tarafın söylemi de  ayrıydı. Bizdeki Aya Sofya olayını ve hiç bitmeyen Ruhban Okulu sıkıntılarını hatırladım. Aya Sofya’ya giren papanın ibadet edip etmeyeceği patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen Müslüman halkı hatırlattı bana birden. Veya kendi topraklarımızda herhangi bir kiliseye ya da sinagoga alınmasaydık ne gibi şeyler olabileceğini düşündüm.

Buradan da ayrıldıktan sonra sıra nihayet Ağlama Duvarı’na gelmişti. Ahmet, ben avludan çıkarken oraya Ağlama Duvarı demememi, Mescid-ül Burak olarak orayı adlandırmam gerektiğini, çünkü ‘Ağlama Duvarı’ ismini yalnızca Musevilerin kullandığını söyledi.

Hz. Muhammed’in 624 yılına kadar kıble olarak kabul ettiği Mescid-i Aksa (Müslümanların ilk kıblesi olarak bilinir), bir süre bu şekilde kalmış. İsra suresinin birinci ayetinde Mescid-i Aksa’nın çevresinin mübarek kılındığı yer alır. İslamı yorumlayanlara göre Hz. Muhammed’in Mirac ettiği zaman Kudüs’te bugünkü Mescid-i Aksa’nın olmadığı, onun yerine Musevilerin Süleyman Tapınağı olarak adlandırdığı Beytü’l-Makdis adıyla anılan, bugün  ise  kalıntıları bulunan bir mabedin bulunduğu kabul edilir. Kudüs, 638 yılında fethedildikten sonra Beytü’l-Makdis’in yerine Mescid-i Aksa inşa edilmiştir. Sonuç olarak her iki din için de kutsal olan Beytü’l-Makdis’in kalıntıları bugün Museviler tarafından Ağlama Duvarı, Müslümanlar tarafından ise Burak Duvarı, yani Mescid-ül Burak olarak adlandırılıyor.

Bethlehem’e de gitmek çok istemiştim, ama ana üç büyük kutsal mekânı gezerken çok vakit kaybettiğimden hava kararmaya yüz tutmuştu. Başka sefere deyip, sabahtan beri ağzıma tek lokma koymaya fırsatım olmadığı için gözü dönmüş biçimde falafel yapan ilk restorana kendimi attım. Gelen geçeni izleyip mutlulukla bir şeyler atıştırdıktan sonra karanlık sokaklarda evlerine dağılan veya otellerine geri dönenlerin arasından sıyrılıp hediyelik eşya satan yerlerden birine  girdim.  Karşıma  yine  Arap  asıllı  genç  biri  çıktı.  Sorduğum her şeyin fiyatını iki katına söylediğini bildiğim için yarım saat kadar süren pazarlığın sonunda fiyatı yarısından da aza düşürmüştü. Kalabalık yavaş yavaş dağılırken taksiciyle fiyat konusunda ikinci bir savaş verip yine garaja gittim. Otobüs hemen hareket etti ve Kutsal toprakları ardımda bırakırken uyuyakaldım.

***

Bir başka gün, varlığını tesadüf eseri öğrendiğim 1981 yılında Tel Aviv’de Ramat-Gan’da açılan 250 dönüm arazi üzerine kurulmuş doğal yaşam parkına safariye gittim. İnsanlar arabalarıyla rahatça içeri giriyor, fotoğraf çekiyor ve vahşi hayvanların yaşamını bire bir görebiliyordu. Özellikle çocukların hayvan dünyasını tanıması için yapılan Safari Park’ta devekuşlarından zebralara, ceylanlardan Marabu leyleklerine kadar pek çok hayvanı doğal ortamlarında görebiliyorsunuz. Arabadan inmek yasak olduğu için özellikle de turun son kısmında tel örgülerle çevrilmiş olan aslanların doğal yaşam alanında arabayla çok fazla durmak veya camı açmak yasak. Kulelerden ziyaretçileri gözleyen görevliler en ufak bir kural ihlali sezdiklerinde sirenleriyle uyarı vermekteler.

İsrail’de her ırktan, her dinden insan görmek mümkün, ancak belirli bölgelere doğru gidildikçe camilerin çokluğu fark edilir derecede artıyor. İsrail, 1948’de resmen kurulduktan sonra ülkede kalıp vatandaşlığa geçmeyi seçen Filistinlilerin yaşam alanı oldukça rahat. Elbette fakirlere de rastlanıyor, ancak her aileye arazi, villa ve en az iki araba verildiğini görünce insanın düşüncesi değişiyor. Yalnız Filistinliler değil, Müslümanlığın Fatımi-Alevi kolundan ayrılan, kendilerine özgü inançları olan bir topluluk olan Dürzîler de İsrail’de gettolaşmış biçimde yaşıyorlar. Yalnızca kendi inançlarından olanlarla evleniyorlar ve bir Dürzî boşandıktan sonra bir daha evlenemiyor. Kadınları beyaz başörtüsü ile geziyor ve çok göz önünde olmuyorlar. Çocukların sıkça dışarı çıkması yasak. Camileri, minaresiz oluşundan tanınmakta. Bir küfür gibi Türk insanının diline dolanmış olan “Dürzü” kelimesi de ne yazık ki buradan geliyor çünkü pek çok Sünni tarafından Müslüman olarak bile görülmüyorlar. Araştırmalara göre Osmanlı Devletinde savaşçı ve asi bir topluluk olduklarından sevilmiyorlarmış. Yine de bir Dürzî lokantasına girdiğimizde karşımda, duvara yapıştırılmış eski Türk Lirası’ndan gülümseyen sıcacık bir yüzün gözüme ilişmesi ne yalan söyleyeyim, beni oldukça mutlu etti.

Anlatılacak oldukça çok anı olmasına rağmen son olarak Köy Enstitülerimizi bize hatırlatan kibutzlardan bahsetmek isterim. Bir kibutza hiç adım atmadım, yalnızca dışarıdan gördüm, ama fabrikasından alışveriş mağazalarına kadar kendi kendini idare edebilecek kadar da donanımlı olduklarına şahit oldum. Kibutzda yaşayanların, kendilerine verilen işe göre yalnızca kalacak yer ve yemek karşılığında kibutz için çalıştıklarını duyunca insan bu modern dünya için elbette şaşırıyor. Her şeyin karşılığını para olarak almaya alışan bizler  için yemek ve kalacak yer karşılığında bir köyü ayakta tutmak ütopya gibi bir şey olsa gerek. Yine de kendi elleriyle yaptıkları binaları, tarım alanlarını,  fabrikaları ve daha pek çoğunu görünce köy enstitülerimizi canlandırmanın bizler için de imkânsız olmayacağını gördüm. Kibutzda belirli saatlerde kibutz için çalışma, geri kalan saatlerde eğitim ve sanat için uğraşılıyor.

Günümüzde hala vasıfsız olarak İsrail’e gelen bazı kimseler kibutzda kalıyor. Hem çalışıyor, hem dil öğreniyor, hem de eğitim alıyorlar. Bazı kimseler de bu işi gönüllü olarak yapıyor. Bazı kibutzlar yaptıkları binaları özel şirketlere kiralayıp bunun üzerinden para kazanmaya ve daha da zenginleşmeye başlamışlar. Zamanında Türk halkının uyanmasını istemeyenlerin özgürlük- düşünce-aydınlanma ortamları olan ve ‘Bolşevik yuvası’ diye aşağılanıp bu bahaneyle kapatılan köy enstitülerimiz bugün İngilizce hayranlığımız üzerinden dem vurularak “Village Institute’ olarak açılsaydı tam da planlandığı gibi sistemle bütünleşmiş bireyler tarafından alıcısı çok olurdu diye düşünmüyor değilim.

Unutmadan…

İsrail’in kuzeyine denk düşen ve engin Akdeniz maviliklerine açılan bir liman kenti olan Hayfa’da bulunan 500 metre yüksekliğindeki Karmel Dağı  eteklerinde Türkiye’den çeşitli sebeplerle göç eden Musevilerin “Atatürk Ormanı” kurduklarını yazmadan geçemeyeceğim. Türkiye’de farklı dinden olan vatandaşlara uygulanan baskıları ve Varlık Vergisinin ağır sonuçlarını da hesaba katacak olursak geride bıraktığı vatanından asla kopamayan ve Türk halkını dogmalardan kurtarıp onları daima ileri taşıma; gerek düşün gerekse duruş olarak halkını her zaman bir adım önde tutma çabası içinde olan M. Kemal Atatürk için, Türk halkının bağnazlıktan sıyrılıp aydınlığa geçişin bir simgesiymiş gibi kuraklıkta yeşeren bir ormana “Atatürk” adıyla can vermeleri insanı oldukça duygulandırıyor.

Doğusunda  Ürdün,  batısında  Akdeniz,  kuzeyinde  Suriye  ve  Lübnan, güneyinde Mısır ve Kızıldeniz ile çevrili olan İsrail’in nüfusu ortalama yedi buçuk milyon. Arabaya atlandığında ülke baştanbaşa ortalama yedi saatte gezilebilse bile çok uluslu olduğundan ve her yerinde farklı bir doku bulunduğundan tekrar tekrar gidilmesi gereken pek çok yeri var. Aynı sınırlar içinde belirli bölgelerde Filistin yönetimi, belirli bölgelerde İsrail-Filistin yönetimi ve diğer bölgelerde İsrail yönetimi olan bir ülkede yaşamak ve dört tarafı Arap topraklarıyla çevrili bir ortamda sevilmeyen ülke konumunda olmak İsrail’in ordu gücünü de artırmış. Buranın vatandaşları İsrail hakkında kötü düşünenler için ‘Biz çocuklarımızı kurşunların altına göndermek ister miyiz? Bizim çocuklarımız da ölüyor.’ diye yakınıyorlar. Soykırımı yaşamış bir ırkın mensubu olarak insan öldürmenin, özellikle de çocuk katlediyor gibi lanse edilmenin oldukça ürkütücü olduğunu söylerken, yapılan anlaşmaların diğer taraf yüzünden sürekli bozulması ile beraber çatışmanın baş gösterdiğini ve karşı tarafın kendi çocuklarını özellikle tanklar üzerine ittiğini belirtiyorlar.

İsrail’in çok konuşulan ‘savaş suçu işleme’ davası ise bir bakıma doğru. Ordunun tümü olmasa da içinden bir grup, kişi ya da kişiler insan organizması üzerinde tahribata yol açan silahları kullanmakta. Bunların mahkemede yargılanıp ceza aldığı belirtilse de bunun ne kadar doğru olduğu tartışmalı.

Siren seslerine öylesine alışmışlar ki uçaktan indiğim gün ben gelmeden biraz önce Tel Aviv’in siren sesleriyle çınladığını, ancak insanların kılını bile kıpırdatmayıp işlerine devam ettiğini söylediler. Hükümet bazı zamanlarda özel kontroller ve tatbikatlar yapıyormuş bu konuda, ama bunlar mutlaka önceden bildiriliyormuş. Bu kez bildirilmediği halde kimsenin umursadığı olmamış. Halk savaş taraftarı değil, ancak diğer tarafın kışkırtmalarından dolayı en solcusu bile sağa eğilim göstermekte. ‘Anlaşma oluyor, binalar yapıyoruz, insanlarımızı yerleştiriyoruz, sonra bir şekilde bu bozuluyor ve savaş yeniden başlıyor.’ diyorlar. En büyük dilekleri Ortadoğu topraklarındaki bu çıkmazın bir gün sonlanması. Çünkü hepsi biliyor ki, Filistin ve İsrail kardeş çocukları…

Bahar tepesi anlamına gelen bol yeşilli Tel Aviv’in üzerinden güneş bir kez daha eteğini çekerken buralara daha defalarca gelebilmeyi diledim. Tank, top, tüfek, asker, ağıt, yakarış, kan görüntüleriyle tanıdığımız Ortadoğu topraklarının sakin, huzurlu ve ılık havasını içime çektim.

Eve dönerken gülerek söyledikleri bir söz aklıma geldi: “Bu dünyadaki bütün kötü şeylerin sorumlusu Yahudiler, bir de bisiklete binenler…”

Belki siz de benim gibi “Neden bisiklete binenler?” dediniz gayrı ihtiyari olarak ve ‘Bisiklete binenlerin ne suçu var?’ deyip merakla gelecek cevabı beklediniz… Oysa bisiklete binenler hakkında gelecek cevabı beklerken hayatımız boyunca şu soruyu hiç sormadığımızı anladım:

“Neden Yahudiler?

Bunu paylaş: