Kasım Ayı Laneti – Cem Göksoy

Kasım Ayı Laneti

‘Boş bir hangarda içeri süzülen hafif ay ışığı dışında aydınlatan hiçbir şey yoktu içeriyi. Ay ışığının zeminle kesiştiği yerde çömelmiş ve iki büklüm bir şekilde kafasını yere eğmiş bir çocuk duruyordu. Gri uzun kollu ve çocuğa göre bol bir sweat-shirt, skiny model bir kot pantolonu giyiyordu. Ayakları çıplaktı ve ayak parmakları durmadan hareket ediyordu. Eliyle bazen ayak parmaklarının arasını okşuyordu ve ardından zemindeki birikmiş toz yığınına birşeyler çizip, bozuyor ve bu sefer daha başka bir şey çiziyordu. Ellerinin ve ayaklarının sahip olduğu ten renginden yola çıkarak çocuğun hiç güneş ışığına çıkmamış olması bir gün gibi ortadaydı. ‘Bir gün gibi ortada’ diye kendi kendime tekrar edip ne kadar ironik bir şey düşündüğümü fark etmiştim. Simsiyah, uzun ve şekilsiz bir saçı vardı. Dümdüz saçının aralarından diken diken olmuş saç toplulukları sanki kafasını çalılarla kaplamış hissi veriyordu. İlginç bir çocuktu, açıkçası bize yardım eden dahinin bu kadar küçük ve bu kadar garip olmasını beklemiyordum. Saatime baktım, herşeyin çözülmesine çok az kalmıştı. Tam altı yıldır peşinde olduğum şeyi elde edebilecektim en sonunda. Kasım ayı laneti olan o herifin kim olduğunu öğrenebilecektim artık. Tabi ki benden daha çok bu laneti öğrenmek isteyen kişinin buraya gelmesiyle başlayacaktı herşey. Saatime emin olmak için bir kez daha baktım, gece yarısına çeyrek vardı. Artık çok yakındı…

Çocuğun aniden duraksamasıyla dikkatim dağılmıştı ve çocuğa dönüp sessizce izlemeye başlamıştım. Çocuk ellerini şaplatarak ellerine bulaşmış tozlardan kurtulurken kafasını kaldırmadan ona has olan o ince ve garip ses tonuyla ‘Komser, merak etmeyin. Artık Kasım ayı laneti olmayacak. Siz benim isteklerimi yerine getirdiniz ve şimdi sıra size verdiğim söze geldi.’dedi ardından sinsi ve çılgın bir adamın atabileceği kadar korkunç bir kahkaha attı. Ses tonu o kadar vahşi ve o kadar çılgın dı ki sanki o konuştuğu zaman adeta bütün kanım donuyor, kalp atışım yavaşlıyor ve karanlığın içinde kayboluyordum adeta. Çocuğun gerçek adını bilmiyordum. Hakkında tek bildiğim şey bana ‘Beni Zifir diye çağırabilirsiniz’ demesinin ardından onu Zifir olarak biliyor olmamdı.

Zifir’in neden onyedi kasım da buluşmak istediğini tam olarak kestiremiyordum ama bütün olayların başlangıcının onsekiz kasım ikibiniki yılında başlamasıyla bir alakası olabilir diye düşünüyordum. Büyük an gelmişti, uzaklardan hangarın kapısının açıldığını duyabiliyordum. Köseli ayakkabının topuğunun çıkardığı ses her adımda daha da yaklaşıyordu ve  hangarı kaplıyordu. O bize doğru gelirken bende düşüncelere dalmıştım.

Bundan tam yedi sene önce başlamıştı herşey. Bir banka soygunu esnasında talihsiz bir şekilde soyulan bankanın önündeki okul otobüsü dokuz yaşındaki körpecik beyinleri gezdirmekteyken kırmızı ışıkta durmuştu. Hırsız bankadan hızla çıktıktan sonra elindeki pompalıyla okul otobüsüne zorla girmişti. Hırsız, şöföre sürmesi için diretirken arkalarda oturan zavallı çocuk olayları anlayamamıştı ve bu yüzden adamın yanına yavaşça gelip ne yapmak istediğini soracaktı. Fakat adamın reflekslerinin ve paniğinin kurbanı olup ölecekti. Bütün olay böyle başladı. Hırsız yüzündeki maskesini çıkarıp çocuğa baktığında öldüğünü fark etmiş ve maskesiyle elindeki silahı, paralarla birlikte orada bırakıp koşarak uzaklaşmıştı.

Çocuklar ve şöförler adamı gördükleri için kolayca tanıklık yapabilecekti fakat ölen bu küçük çocuğu hiçbir tanık veya hiçbir insan oğlu geri getiremezdi. Çocuğun babası bu haberi duyduğunda gerçekten yıkılmıştı. Çünkü benden önce bu görevin başında olanların bana söylediği kadarıyla çocuğun doğumu sırasında annesi vefat etmişti. Şimdi adamın kimsesi kalmamıştı. Ailesi tamamen yok olmuştu. Adamın adı Doğan Sıkanoğlu idi. Yaklaşık bir yada iki ay boyunca tedavi görmüştü. Tedaviye son verilmesini kendi istemişti çünkü katilin bulunması için herşeyi yapmak ve herşey sona erdiğinde de gerekirse tedaviye geri dönebileceğini sölüyordu. Onun bu acısını herkes anlayabiliyordu, bu yüzden tüm soruşturmalara ve tüm gelişmelere bizzat tanık olmasına izin vermiştik. Doğan, uzun boylu fakat göbekli bir adamdı. Saçları ortasından kel, siyah ve kırlaşmıştı. Bıyıkları uzundu fakat pala bıyıklı birisi değildi.

Bıyıklarında da yer yer kırlaşmış kıllar yer alıyordu. Gözleri uykusuzluktan ve devamlı birşeyler okumaktan çökmüştü. Anlayacağınız benden daha çok bu laneti çözmek isteyen tek kişiydi.

İşlerin kötüye gideceğini anladığımız zaman onsekiz kasım ikibinüçtü. O günkü otobüste bulunan bir ufaklık hiç acımadan boğularak öldürülmüş ve lamba direğine asılmıştı. İlk bulgular yetersizdi, ortada hiçbir kanıt yoktu.

Cinayet masasının çektiği fotoraflara baktığımda iki kanıt görmüştüm. Çocuk bir ip yadımıyla boğularak öldürülmüştü ve göbeğinde bir bıçak yardımıyla kazınmış üç harf, birde soru işareti vardı: ‘N.B.O.?’. Kimse bu harflerin açılımını çözememişti, gerçi hala tam olarak çözebilmiş değiliz. Ertesi gün tek öldürülenin o çocuk olmadığını anlamıştık. Sıradan bir balıkçı akıl almaz ikinci cesedi bulmuştu. Bu ceset o günkü otobüsü kullanan şöföre aitti. Boğularak öldürülmüştü ve göbeğine yine o üç harfle soru işareti kazınmıştı. ‘N.B.O.?’

O zamanın kayıtlarını okuduğumda Doğan’ın tamamen çılgına dönmüş ve öfkesine hakim olamaz bir vaziyete düştüğünü anlamıştım. Yaklaşık bir senedir doğru düzgün uyumamasına rağmen adamı yakalayamamışlardı. Fakat adam onların dibine kadar girip bir çocukla birlikte o otobüsün şöförünü öldürmüştü.

Bütün polis teşkilatı alarm vermişti fakat ellerinde pek bir ipucu yoktu. Tek bildikleri cinayeti işleyenin o günkü hırsız olduğuydu. Büyük ihtimalle tanıkları yok etmek istemişti fakat nedense iki cinayeti işledikten sonra vazgeçmişti.

Yaklaşık bir yıl süren çalışmalar, aramalar ve sorgulamalar sonuçsuz kalmıştı.Onsekiz kasım ikibindörtte bütün aile bireyleri çocuklar hariç bu ölenleri anmak için mezarlığa gitmişlerdi ve onlar ölümlere yas tutarken çocukların güvende olabilmesi için onları bir evde toplayıp başlarına bakıcı tutmuşlardı. O gün aile bireyleri arasında bir kişi orada yoktu o da Doğan’dı. Çünkü o hiçbir onsekiz kasımda mezarlığa girmezdi. Arkadaşlarına yılın her günü gittiğini fakat yüreğinin onsekiz kasımda mezarlığa girmeyi kaldıramadığını söylerdi. Sanırım bende olsam bende gidemezdim. Bilmiyorum, belki de giderdim ama insanların öldükleri günler bence çok daha farklıdır diğer günlere göre. Bir resmiliği vardır çünkü ölüm günlerinin.

Fakat kimsenin tahmin edemeyeceği şey gerçekleşti. Katil yine boy göstermişti. Bu sefer cesetleri onsekiz kasımda bulamamıştık fakat, bulduğumuz ve incelediğimizde onsekiz kasımda öldürüldüğünü açıkça anlayabiliyorduk. O sene benden önceki kişi görevinden alınmıştı. Çünkü en ufak bir ilerleme kaydedememişti. Halk ve aileler tepkiliydi, doğal olarak bu olanların cezası benden önceki kişiye kesilmişti. Halkı ve basını tatmin edebilmek için benden öncekinin biletini kestiler. Görevden alındıktan sonra kendini suçlu hisseden ve bu durumu yediremeyen gururlu komser kafasına iki el sıkarak intihar etmişti.

Bu sefer iki çocuğu ölü bulmuştuk ve bir tanesi de kayıptı. Çocuklardan birini soyulan bankanın arka sokağına ait çöp kutusunda bulmuştuk. Diğerini ise mezarlıkta bir ağaca asılmış vaziyette. Bu sefer elimize fazladan bir delil geçmişti. Cinayeti işleyen adam mezarlıkta bize ayak izi bırakmıştı. Kırkdört numara ayakları vardı ve bot giyiyordu. Kurbanlar yine boğularak öldürülmüştü ve göbeklerine bir bıçak yardımıyla ‘N.B.O.?’ yazıyordu.

Tahminime göre öldürmek zorunda olduğu için öldürüyordu. Çünkü tanınacağını biliyordu. Bu yüzden de cesetlerin üzerine Neden Böyle Oldu? Yazıyordu. Yani ben böyle olmasını istemedim ama yakalanmamak için öldürmek zorundayım dercesine bir mesaj bırakıyordu. Yani ölümlerin devamı gelecekti. Aslında bana bu açılımı Doğan söylemişti,uykusuzluktan ve devamlı birşeylere bakmaktan yorgun duruma düşmüş fakat hiç değilse geçerli sayılabilecek bir açılım sunmuştu önümüze. Hakkını vermeliydim ki en az benim kadar çalışıyordu ve gerçekten kritik şeyler fark etmemizi sağlıyordu.

Bütün radyolarda ve televizyonlarda artık katilden bahsedilir olmuştu. Kayıp olan çocuk hala bulunamamıştı, çocuğun ölü olduğunu kabul etmeye başlamış ve onun içinde yas tutar hale gelmişti halk.

Haberlerde kaybolan çocuğun iqsunun yüzkırkiki olduğunu ve kaybedilenin sadece bir çocuk değil geleceğin dahilerinden biri olduğundan söz ediliyordu. Çocuk için gerçekten çok üzülmüştüm fakat yapabileceğim hiç bir şey yoktu.

Bir sene boyunca yine çok az bir mesafe kat edebilmiştik. Fakat halka sunabileceğimiz bir ayak numarası ve bir de açılım vardı. Hırsız olmaktan çıkıp katil olan ve daha sonrada seri katil olan adamın robot resimleri heryerde geziyordu. Haberlerde görüldüğüne dair şeyler konuşuluyordu fakat bize hiçbir bilgi gelmediği için haberlerin sadece yalan haber olduğunu anlayabiliyorduk.

Oniki kasım ikibinbeşte bizi şoka uğratan iki kayıp haberi gelmişti. N.B.O. tarafından kaçırıldığını düşündüğümüz iki kayıp haberi. O gün kü otobüste bulunan Melih Bahtiyaroğlu ve Zeynep Kuru isminde iki çocuk kaçırılmıştı.

Tüm çabalara rağmen bulabildiğimiz tek şey onsekiz kasımda denizden çıkan bir kız ceseti ve araba hurdalığında bulunan bir çocuk ceseti. Cesetler teşhis edilmiş ve doğrulanmıştı, bu cesetler iki kayıp çocuğa aitti ve yine boğulduktan sonra göbeklerine bir bıçak yardımıyla ‘N.B.O.?’ yazıyordu. Katilin dikkat etmediği şey hurdalık girişnde bir kamera sistemi olduğuydu. Kullandığı araba bir kamyonetti, yüzünü göremiyorduk fakat plakasını görebiliyorduk. Sorun şu ki araba tam kamera sisteminin önünden geçerken arkasından bir köpek onu kovalıyor ve plakayı yarım görmemizi sağlıyor olmasıydı. Plakanın ilk iki rakamı İstanbul’da alınan arabalarla aynı rakamı taşıyordu. Plakanın okunabilen kısmında otuzdört yazıyordu, geri kalanını öğrenemediğimiz sürece bu sayısız şüpheli anlamına geliyordu fakat bu da bir delil sayılırdı.

İşlerimizi dahada berbat eden şey plakayı söküp arabayı orada bırakıp plakayla oradan uzaklaşıp gitmiş olmasıydı çünkü araba çalıntıydı. Zavallı köpek ona engel olmaya çalışmıştı fakat köpeği de boğarak öldürmüştü.

Köpeğin bize yaptığı kötülüğün yanında ölmeden önce yaptığı iyilik bizi biraz umutlandırdı. Köpeğin dişlerinde seri katile ait olduğunu düşündüğümüz kan izleri vardı. Laboratuar sonuçlarına göre adamımız rh+ kana sahipti, delillere bir yenisi daha eklenmişti fakat hala bir sona yakın değildik.

Bir sonraki yıllarda yine cinayetler işlenmişti ve artık işlenecek bir cinayet kalmamıştı. Katil amacına ulaşmış ve yakalanmadan kayıplara karışabilecekti. Son derece dikkatli korunmasına rağmen çocukları yakalamayı ve öldürmeyi başarmıştı. Bu polis teşkilatının bu güne kadar yaşadığı en büyük yenilgi olmuştu. Son cinayetini işlediği onsekiz kasım ikibinsekiz de artık işleyecek başka cinayeti kalmadığını anlamıştım. Zincirdeki herkesin sonunu getirmişti. Doğan tamamen tepkisiz ve çökmüş bir şekilde evine kapanmıştı. Ortada ne yardımı dokunacak yeni bir delil vardı nede bir tanık. Çocukların son derece sağlam korunmuş olmasına rağmen her seferinde bizi gafil avlıyor ve her seferinde cinayetini işliyordu. Elimizi ve kolumuzu bağlayan bu psikopat artık rahat bir şekilde kayıplara karışabilirdi. Elimizde yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Halk bize karşı öfke dolmuştu, haklıydılar çünkü onların canlarını korumakla mükellef olan bizler büyük bir başarısızlık ve yenilgi sembolü olmuştuk onlar için. Her gün binlerce lanet, tehdit ve küfür yağıyordu telefonlarımızdan. Hal bizden nefret ediyor ve gerçek katilin biz olduğunu söylüyordu.

Fakat bu sene, yani oniki kasım ikibindokuz da bütün işleri tersine çevirecek bir olay gerçekleşti. Kendi özel cep telefonumdan gizli bir numara aradı ve bana seri katilin kim olduğunu bildiğini söyledi. Bu sesi ilk duyduğumda aynı şuanki olduğu gibi kanım donmuştu ve kalp atışım sanki yavaşlamıştı. Rahatsız edici fakat güven verici bir sesi vardı yada nerden olursa olsun bana yardım edebilecek her hangi birşeye ihtiyacım olduğundan bana güven dolu geliyordu. Bana şartılarını açıklamıştı, eğer katilin kim olduğunu öğrenmek istiyorsam Doğan’ı adamlarıma aldırıp şehrin güneyindeki boş hangarda onyedi kasım gecesi buluşacaktım. Doğan’ın kötü ve tamamen çökmüş bir durumda olduğunu söylediğimde, bana ‘Anlaşma, anlaşmadır. Ayrıca Doğan’ın ve senin yıllardır aradığınız kişiyi size teslim etmekten bahsediyorum. Halkın dilinde aşağılanmaktan ve bu çocukların sebepsiz yere ölümünden rahatsızlık duymuyorsan teklifimi geri çevirebilirsin.’ dedi.

Ertesi gün Doğan’a, bu yaşadığım olaydan bahsettiğimde sadece güldü.

Hiçbir delil yokken ve hiçbir ipucu yokken cıvık sesli bir serserinin, ne gibi bir isim vereceğini merak ettiğini söyledi ve gelmeyi kabul etti. Son gece için bütün hazırlıkları yapmıştım ve adamlarıma, Doğan da geldikten sonra bütün hangarın etrafını sarmalarını emretmiştim. Büyük ihtimalle katil çektiği vicdan azabından dolayı teslim olacaktı ve telefonda konuştuğum sesin sahibi katildi. Eğer vazgeçerse ya da bir tuzaksa diye bütün hangarın etrafını sarmak, en mantıklıca fikirdi. Ben önden gitmiş ve orada bu sesin sahibiyle tanışmıştım Zifir’le. İçeri gidip yanına girdiğimde, bana hiç bakmadan: “hoş geldin” demişti. Ardından, kendisine Zifir diye seslenebileceğimi söylemişti. Fakat hiçbir şekilde gerçek konumuza giriş yapmamış ve yerde öylece birşeyler çizip durmuştu. Sonunda beklediğimiz adam gelmişti. Artık herşeyin son bulacağı yerde ve herşeyin son bulacağı gündeydim. Bundan oldukça emindim, Zifir biliyordu.

Yavaş ve ağır adımlı ayak sesleri yankınlaşarak sahibiyle birlikte yanımıza geldi. Bu gelen Doğan’ dı ve yerde çömelmiş, durmadan birşeyler çizen şeye bakıyordu. Ağzındaki kürdandan anladığım kadarıyla yeni yemek yemişti ve hazmetmekte de biraz zorluk çekiyor gibiydi. Sanırım Zifir’in sadece yalancı, dikkat çekmek isteyen bir veletten başka bir şey olmadığını düşünüyordu.

Ağızındaki kürdanı yere tükürüp: “Eee? Velet öt bakalım, bu kadar yolu senin birşeyler çizişini izlemek için gelmedim.” dedi. Sanki ters bir lafında, direkt çocuğu dövecek gibiydi. Çocuk ise hiç tepki vermemişti, kafasını bile yukarı kaldırmamıştı. Geldiğimden bu yana bir kez bile olsun kafasını kaldırmamıştı, sanki yüzünde görmemizi istemediği bir şey vardı; belki iğrenç bir yara, belki de iğrenç bir makyaj. Bilemiyorum, belki de tanınmak istemediği için maske bile takıyor olabilirdi. O kadar iyi gizlemişti ki gölgeyle kendisini, sadece ayaklarına ve çizdiklerine ışık vuruyordu.

Çocuk, elleriyle bir kez daha ayaklarını ovduktan sonra: “ Ayakkabıların güzelmiş Doğan. Bana hediye etsen olmaz mı? Gördüğün gibi buraya kadar yalın ayak geldim. Pek param olduğu söylenemez” dedi ve alay edercesine bir kahkaha attı.

Doğan sinirlendiğine dair hiçbir belirti göstermeden sol ayağını kullanarak, sağ ayağındaki ayakkabıyı topuğundan kavradı ve hafifçe çıkardıktan sonra sert bir savurmayla çocuğun üzerine fırlattı. “Bir dene bakalım. Senin ufak ayaklarına pek olacağını sanmıyorum gerçi.” dedi ve dalga geçercesine kahkaha atarak cevap verdi. Bu ikisi arasındaki konuşmalar bizi konumuzdan saptırabilirdi; bu yüzden birşeyler demeliydim ve tek diyebildiğim: “Buraya neden geldiğimizi hepimiz biliyoruz, lütfen ona göre davranalım.” oldu.

Çocuk, elindeki ayakkabıyı bir süre inceledikten sonra: “Pekala, sadece emin olmak istedim. Şimdi gerçek katille tanışmaya hazır mısınız ?” dedi ve çılgın bir kahkaha daha patlattı. Bu sefer ki kahkahasında büyük bir mutluluk sezmiştim. Doğan ve ben birbirimize baktık. Doğan çok gerilmişti; sanırım o da benim gibi çocuğun sesinden rahatsızlık duymuştu. İkimizde çocuğa dönüp evet anlamında kafamızı salladığımızda, çocuk sessizce elini havaya kaldırdı ve yerde çizmiş olduğu şeyi gösterdi. Daha önce defalarca karşılaştığım şeyle, bu sefer bir çocuk yüzünden yine karşılaşıyordum. Toz birikintisinin üzerinde büyük harflerle: ‘N.B.O.?’ yazıyordu. Doğan kafasını iki yana olumsuz bir şekilde salladıktan sonra sırtını döndü ve tam gitmek üzereyken çocuk konuşmaya başladı…

Evet. Artık kesinlikle eminim koca ayak. Kırk dört numara ayakkabını almadan nereye gidiyorsun?” dedi ve kahkaha attı. Doğan bu sözleri duyar duymaz olduğu yerde dona kalmıştı, daha sonra yavaşça dönüp: “Ayak numarama bakarak benim katil olduğumu mu söylemeye çalıştın sen?” dedi. Ben, ne yapacağımı bilemediğim için şimdilik sadece izlemeye karar vermiştim. Doğan bu sefer gerçekten sinirlendiğini göstermek için çocuğun dibine kadar hızla ilerledi.

Çocuk kahkaha atarak hızla ayağa kalktı ve Doğan’ın yüzüne baktı. Çocuğun yüzünde parlak bir maddeden yapılmış, aynaya benzeyen bir maske vardı ve Doğan’ın yüzü maskeye yansıyordu. Çocuk kahkahasına bir son verdikten sonra: “ N.B.O.? ya merhaba demek ister misin? ” demesiyle birlikte, Doğan’dan sert bir yumruk yemesi bir olmuştu. Çocuk yere süzülürken ben de Doğanı tutup sakinleştirdim ve: “Bırak şu soytarı konuşsun, neler diyecek çok merak ettim. Eğer elinde bir kanıt yoksa veya bir açıklama… Emin ol, onu kendi ellerimle öldürürüm.” dedim. Doğan bunun üzerine gergin bir şekilde geride durdu. Ne kadar yakın olsak da veya ne kadar aynı dava için savaşmış olsak da o sıradan bir vatandaş, bense bir komserdim. Eğer dediklerimi yapmazsa; suçsuzken suçlu duruma düşürebilirdi kendini.

Çocuk gülerek ayağa kalktı ve: “Yanımda bir tane de tanık getirdim, korkmayın.” dedi ve suratındaki maskeyi çıkarıp gölgenin içinden aydınlığa bir adım attı. Çocuğun yüzünü görür görmez tanımıştım; çünkü bir sene boyunca fotoğraflarına bakıp bulmaya çalıştığım kayıp çocuğu unutabilecek kadar kötü bir polis değildim. Her ne kadar yüz hatları biraz değişmiş olsa da, tanınmayacak bir değişiklik yoktu suratında.

Oniki Kasım ikibindörtte kaçırılan üç çocuk vardı. O üç çocuğu kaçıran adamın suratında kar maskesi olduğu için tanımak imkansızdı; fakat kaçmak imkansız değildi. Diğer iki çocuğun öldüğünü gördüğümde başta panik yapmıştım; fakat beni boğmaya çalıştığında, ellerimle körü körüne bulduğum sert birşeyi kafasına geçirip kayıplara karışmıştım. Eğer yeterince zeki biriyseniz, her zaman barınacak bir yer bulursunuz. Bir restorana gidip olanları anlattığımda restoran sahibi beni yanına kabul etti. Tekrar eve dönersem katilin peşime yeniden düşeceğini bildiğim için orada kalmak istediğimi ve bunu kimsenin bilmemesi gerektiğini söyledim. O da bana, restoranın kullanılmayan harabe bir bölümünü verdi. Bana, kimseye bahsetmeyeceğine dair bir söz vermesini sağladım. Biraz da şanslıydım; anlayışlı biriydi ve haberlerin benim hakkımda bahsettiği şeyler yüzünden az çok nasıl bir şey olduğumu bilmesi, bana sonuna dek güvenmesini sağladı.

Her gün kendi elleriyle bana en güzel yemeklerden getirdi; fakat ben konuyla çok meşgul olduğum için pek bir şey yemek istemedim. Gördüğünüz üzere cılızım. Bembeyaz bir ten rengim var; çünkü televizyon ve lamba gibi yapay ışıklar dışında, hiç bir ışık temas etmedi vücuduma.

Pek fazla detaya girmek istemiyorum; o yüzden bütün kanıtlarımı ve delillerimi sunup bir an önce herşeyi bitireceğim. Öncelikle komserim, lütfen Doğan’ın cüzdanını açın ve nüfuz cüzdanındaki kan bölümüne bakın; eminim orada dikkatinizi çeken bir şey olacaktır.” dedi ve tamamen tepkisiz bir şekilde bana baktı. Hala gözlerime inanamıyordum; fakat kendimi çabuk toplayıp, elimi Doğan’a uzatarak vermesini işaret ettim. Nüfuz cüzdanında rh+ kana sahip olduğu yazıyordu. Doğan sessiz bir şekilde kafasını öne eğmiş, çocuğun anlattıklarını dinliyordu. Çocuk elini çenesine koyup hatırlamaya çalışıyormuş gibi yaparak: “Hımm, bir bakalım. Eminim çocuğu hurdalığa götürmeden önce çaldığı arabanın plakasını sökmüş ve yerine kendi plakasını takmıştır; çünkü çalıntı bir arabaya ait olan bir plakayla dolaşmak onun için çok riskli olabilirdi. Bunun kanıtı da tabi ki bende var. Bu sabah, gizlice evinin önünde duran arabasının plakasını kağıda yazmıştım. Eğer inanmazsanız daha sonra gidip kendi gözlerinizle görebilirsiniz: otuzdört tdk kırkiki. Yani kameradaki görünen kısma uyuyor.

Ayrıca sizin fark edemediğiniz bir şeyi, o gün ben orada olduğum için kolaylıkla fark edebilmiştim. İki yıl önce, bir kuyumcu soyarken yakalanan zanlı aynı zamanda Doğan’ın oğlunu vuran zanlıydı. Haberlerde izlerken fark etmiştim. Doğan’ın oğlunu vurduğunda maskesini çıkarmış ve elindeki herşeyi atıp kaçmıştı. O günü hiçbir zaman unutamam.

Sanırım neden boğarak öldürdüğünü de biliyordum. Tek varisinde ve kendisinde de olan ortak bir şey yüzünden. Bu şey; kendisinin soy ismi olan Sıkanoğulları yüzünden. Sıkmak aynı zamanda boğmanın eş anlamıdır. Bu bulunduğumuz karanlık ortama ve Doğan’ın psikolojisine de uyum sağlamak için, ben de size kendimi Zifir olarak tanıttım ve onun öldürdüğü tarih takıntısı gibi, ben de sizi kaçırıldığım tarihte aradım. Doğan’ın kötü giden tek bir şansı vardı; o da beni öldürememekti. Belki bir zaman sonra yolumu kaybedip öldüğümü düşünmüştür; ama ben ölmemiştim, her zaman olayları takip ediyor ve inceliyordum. Keşke daha önce çözebilseydim yapbozun parçalarını; fakat işlediği son cinayetle birlikte aranızdan biri olduğunu fark ettim. Katilin aranızda olduğunu düşünmemin sebebi; kurbanların çok sağlam bir şekilde korunmasına rağmen, çok basit bir şekilde ölmesiydi. Onlara saygımı ve sevgimi ancak katili ortaya çıkarınca gösterebileceğimi biliyorum. Sonunda başardım ve gitmeden önce son bir şey daha…” dedi ve sırtını dönüp çıkış kapısına doğru yavaş adımlarla  yürümeye başladı.

‘N.B.O.?’ , ‘Neden böyle oldu?’ anlamına gelmiyor; ‘Neden benim oğlum?’ anlamına geliyor.Benden kimseye bahsetme. Bütün olayı kendi başına çözdüğünü söyle basına; çünkü ben ölü olarak bilinmek istiyorum. Diğerleri ölmüşken benim yaşamam başka babalara yanlış gelebilir ve ben ikinci kez kurban durumuna düşmek istemiyorum… ve işte bu Kasım Ayı Laneti!” dedi. O çılgın ve mutlu kahkahasını patlattıktan sonra, kapıdan çıkıp karanlılta kayboldu.

Doğan’a döndüğümde göz yaşlarına engel olamıyordu ve dudağı titriyordu.

Bana bakıp: “Evet, anlattığı herşey tamamen doğru. Neden benim çocuğum ölmek zorundaydı ki? ’ dedi ve yere oturup ağlamaya başladı.

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sırtımdan vurulmuştum. Katil hep yanımdaydı ve ben bunu fark edememiştim. Zifir olmasaydı da asla fark edemeyecektim, onu sakinleştirmek ve iyi hissettirmek için çaba gösterecektim. Resmen alay edilmiş gibi hissediyordum. Ağzımı açtığımda sadece: “Seni psikopat, demek onca zaman bizi kullandın ve bizimle alay ettin.” diyebildim.

Doğan göz yaşlarını sildikten sonra, elini beline attı ve belinden bir silah çekip çıkardı. Şu dakikadan sonra beni vurması umurumda bile değildi; ne de olsa dışarıda beni bekleyen düzinelerce adam vardı. Fakat silahı kendi kafasına dayayıp acı bir kahkaha atarak:

ve işte bu Kasım Ayı Laneti…”dedi,

tetiği çekti…

Bunu paylaş: