Anadolu Rönesansı: Köy Enstitüleri – Onur Keşaplı

Anadolu Rönesansı: Köy Enstitüleri*

Dünyanın liberallikten en uzak liberallerini barındıran ülkemizde Cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine yapılan en çok yinelenen eleştiri “halk bunları istemedi, bunlar halka sorularak yapılmadı, tepeden inme devrim olmaz” sözleridir. Hep unutulan, devrimin zaten ani değişimleri içerdiğidir. Devrim her zaman ilericidir bu bağlamda sıklıkla dillendirilen İran İslam Devrimi yanlış bir tanımlamadır.  Bu olsa olsa karşıdevrim olarak tanımlanabilir. Devrimler için evrim sürecinin hızlandırılmışı da denilebilir. Bu anlamda Kemalist devrimlerin ve cumhuriyetin birçok alanda 200 yıl denilebilecek bir geri kalmışlıkla boğuşan güzel Anadolu’muzu ileriye taşıdığına ve çağa ayak uyduracak, hatta öncülük edebilecek hale getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle bir süreçte “halka sorulmadan halka karşın yapıldı” eleştirisine şu soruyu yöneltmek gerekir: Ortada halk var mı? Yoksa “kitle”mi var? Siz bu topraklara matbaayı getirmezseniz, bilimsel çalışmalara olanak tanımazsanız, fetihçi zihniyetten kurtulamazsanız, bölgesel gelişimlerin önünü tıkarsanız, insanların değil bir ailenin-hanedanın ülkesi olursanız, Rönesans-Reform-Sanayi Devrimi benzeri süreçleri yaşayamazsanız geride kalırsınız ve halk olamazsınız. Mustafa Kemal’in devrimleri bu açığı kısa sürede kapatmanın sürecidir. Ancak Büyük Devrimci şunu herkesten iyi bilmekteydi; yapılanların özümsenmesi için, kitlelerin toplumsallaşması için, sürekli ilerlemenin-gelişimin sağlanabilmesi için sonraki kuşakların bu düşünce, idealler ışığında yetiştirilmesi gerekir.  Büyük kentlerden kırsal kentlere sanat, kültür, eğitimi taşıyan Halk Evleri ve Halk Kütüphaneleri bu amaç uğruna yurdun dört bir yanına yayıldı. Kemalizmin en parlak yıldızı olarak nitelendirdiğimiz Köy Enstitüleri ise bu düşüncenin  en  somut  ve  etkin  örneği  olarak  ortaya  konmuştur.   Eğitimdeki eşitsizliği, kent-köy ayrımını ortadan kaldırmayı hedefleyen ve halkın bir bütün olarak gelişimini, ilerlemesini amaçlayan bu devrimci eğitim kurumları dünyanın birçok ülkesindeki eğitim reformlarına örnek oluşturabilecek kadar evrensel bir devrimci düşüncenin ürünüdür.

Dünyada eşi benzeri olmayan Köy Enstitüsü modelinin yaratıcı ve uygulayıcıları Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Atatürk’ün idealini özümsemiş ve ilerletmek için çaba harcamış bu gerçek yurtseverler İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığında gerekli desteği alarak 1940’ta Köy Enstitülerini açmışlardır. Hasan Ali Yücel adeta Aydınlanma Bakanlığına dönüştürdüğü Milli Eğitim Bakanlığında aralarında hem doğunun hem batının eserlerini içeren 496 dünya klasiğinin Türkçeye kazandırılmasına sağlamıştır. Devlet resim heykel sergilerini açmış ve Ankara Devlet Konservatuarını kurmuştur. Türk dilinde ilk kez Türk yazarları tarafından hazırlanan ansiklopedilerin ortaya konmasını sağlarken dilin yabancı unsurlardan arındırılması için uğraş vermiştir. Mesleki ve teknik eğitimin geliştirilmesini sağlamasının yanında ilk özerk üniversite reformunu da gerçekleştirmiştir Hasan Ali Yücel. Bunların yanı sıra Türkiye’nin UNESCO’ya girişini sağlamış, Eski Eserler ve Müzeler Müdürlüğünü yeniden düzenlemiş ve Eğitim Şurasıyla Türk Yayın Sergisi- kongresini toplamıştır. Öncelikle İlköğretim Genel Müdürü sonrasında Köy Enstitülerinin fikir babası, bir numaralı kuramcısı olan İsmail Hakkı Tonguç ise eğitimbilimcisi olarak ideallerini enstitülerin kısa ömründe bir nebzede olsa Anadolu’nun harcına katmıştır. Enstitülü öğrencilerin hitabıyla, Tonguç Baba’nın  devrimci  düşünce  yapısını  şu  sözlerinden  daha  iyi  anlayacağımızı düşünüyorum: “Köylüye bir şey öğretebilmek için, ondan birçok şey öğrenmeli. Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver (aydın) insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lazımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvela büyük âlimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra âlimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır.

Türk köyü, daha belki yirmi beş yıl âlim değil, kahraman isteyecektir.

Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilaç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç haline getirmek; ulemanın (âlimin) işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir. O (köylü), bu kahramanları kendi içinden yetiştirmeğe mahkûm. Bütün felaketlere katlanarak, ıstırabı zehir gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getirecekler.  O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lazımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir.”

“İş için, iş içinde, işle eğitim” ilkesiyle hareket eden Köy Enstitülerinde öğrenciler kültür-sanat, matematik, fizik, tarih, Türkçe dersleri dışında ziraat ve teknik dersleri uygulamalı olarak görmekteydiler. Dostoyevski okuyan bir öğrenci aynı gün saz ya da piyano çalıyor sonrasında ise arıcılık, tarım derslerini uygulamalı olarak görüyordu. Öğrenciler derslerin ve enstitünün işleyişi konularında söz hakkına sahiptiler. Kendi okul binalarını yapan, kendi yemeklerini  pişiren,  kendilerine  verilen  araziyi  tarıma  elverişli  hale   getiren öğrencilerin yönetimde söz sahibi olmaması zaten düşünülemezdi. Shakespeare oyunlarını sahneleyen, Anadolu halk oyunlarını oynayan öğrenciler gösteri yaptıkları binaları dahi kendileri inşa edebilecek eğitimi almaktaydılar. Mezun olan öğrenci modern tarım, arıcılık, hayvancılık donanımıyla birlikte  kültür sanat birikimiyle, kısacası aydınlatmaya hazır bir aydınlanmacı olarak köylerin, yurdun kalkınmasında eğitimci olarak mücadelesini veriyordu. Kırsalın dogmalarına, feodal artıklar olan ağalık düzenine karşı duruşun simgesi olan aydınlanmacı gençler elbette kısa sürede gericilerin bir numaralı düşmanları oldular. Köylüyü topraklandırma reformunun da habercisi olan bu gelişmeler toprak ağalarının canını fazlasıyla sıktı. Kızlı-erkekli karma eğitim modelinin uygulandığı eşitlikçi bu kurumlara hemen komünist yaftası vuruldu. Hatta fuhuş ihbarlarının ardı arkası kesilmedi. Tek parti CHP’sinde sağ kanadın giderek güçlenmesi ve 1946 seçimlerinde dine göz kırpan Demokrat Parti’ye karşı oy endişesi yüzünden ortaya çıkan baskılara boyun eğen İnönü, Hasan Ali Yücel ve Tonguç Baba’nın görevlerinden uzaklaştırılmalarını engelleyemedi. Sağcı vekillerin enstitü mezunları kendilerini Atatürk sanmaya başladılar şeklinde alaycı yaklaşımlarına “Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir” diyerek yanıtlayan Hasan Ali Yücel aynı yıl parti içerisinde sindirildi. Verilen tavizler sonucunda enstitülerin devrimci eğitim programı klasik anlamda ezberci eğitime indirgendi. Niteliğini yitiren Köy Enstitüleri, parti kurucuları bizzat toprak ağaları olan Demokrat Parti iktidarında tümüyle yok edildi ve 1954 kapatıldı. Yücel ve Tonguç ise yaşamlarının sonuna dek sürgünlere, baskılara, yıldırmalara, dışlanmalara maruz kaldılar.

Kapatılmasalardı ne olurdu sorusu sıklıkla akla gelir. Doğu-batı, kırsal-kent ayrımının en azından bu denli keskin olmayacağı, eğitimde eşitsizliğin yaşanmayacağı, içeriksiz-sığ tartışmalarla geçen siyasal gündemlerimizin yerine fikirlerin, tezlerin, projelerin konuşulacağı, İmam Hatiplerden yayılan dinciliğin yerine Enstitülerden yayılan akılcılığın sardığı bir Türkiye’nin olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Küçümsediğimiz “köylü”, tam altmış yıl önce Büyük Devrimcinin söylediği gibi “Milletin Efendisi” olmaktayken, dünya klasiklerini okuyup, keman çalabilen elleriyle evrensel ölçeklerin dahi ötesinde tekniklerle toprağı işlerken günümüzde “kentli”lerimiz bile bunların hiç birini yapamamakta. Anadolu Rönesans’ı olarak tanımladığımız Köy Enstitüleri yaşayabilseydi ülkemiz 2000li yıllarda halen töreyle, feodal artıklarla, ırk-din temelli siyasetlerle, bilgi dağarcıkları ortaokul kapasitesinde kalan siyasetçilerle harcanmazdı. Eğer kapatılmasalardı Diyarbakır’dan eli silah-taş tutan çocuklar yerine geleceğin Adnan Binyazarları olacak çocukları konuşuyor olacaktık. Eğer kapatılmasalardı orta Anadolu bozkırlarımızdan düşünceler fışkıracaktı hurafeler, şoven sloganlar değil ve elbette bir “Toplum”umuz olacaktı, “kitle”lerimiz değil. Yarım kalmış, engellenmiş Rönesansımızı tekrar yaşama geçirmek, dünyanın merkezi, halkların-insanlığın kaynaşma noktası olan Anadolu’yu ileriye taşımak artık bizlerin, hepimizin görevi. Bizden sonra gelen kuşakları şimdiden hazırlamak, aydınlığın sonraki taşıyıcılarını yaratmak da bizlerin, her daim gençlerin görevidir. Köy Enstitüleri ve aydınlanma devrimcilerimiz hakkında daha fazlası için Alev Coşkun’un “Hasan Ali Yücel- Aydınlanma Devrimcisi” adlı güçlü yapıtını ve Engin Tonguç’un “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç-Yaşamı, Öğretisi, Eylemi” adlı kitabını öneriyorum aziz dostlar. Şimdi sözü Hasan Ali Yücel’in oğlu büyük şairimiz Can Yücel’e bırakmanın zamanı, aydınlık geçmişimizi geleceğe taşıyabilmek  ve devrimcilerimizi, umutlarını, ideallerini yaşatabilmek adına bu dizeler Hasan Ali Yücel’le birlikte tüm aydınlığımıza yakılmış bir ağıttır…

BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM

Ben hayatta en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpı bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin

O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici – hep, hep acele işi Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti

Öyle öyle ezber ettim gurbeti

Sevinçten uçardım hasta oldum mu, Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a

Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oynunu,

Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,

En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim

Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Can YÜCEL

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2009

Bunu paylaş: