Söyleşi: Levend Kılıç

Söyleşi: Levend Kılıç*

 

“Zamana tanıklık edecek, bize hafıza oluşturacak kareler çekilmeli”

Fotoğrafçılık açısından Türkiye’nin en başarılı akademisyenlerinden olan ve bu zamana kadar çıkardığı kitaplarla insanlara fotoğrafı öğretmeyi amaçlayan Levend Kılıç, fotoğrafa olan ilgisizlikten yakınıyor. “Türkiye’de fotoğraf insanların narsist duygularını tatmin etmek amacıyla kullanılıyor” diyen Kılıç, bize görsel hafıza oluşturacak kareler olması gerektiğini, baktığımızda bizi geçmişe götüren fotoğraflar çekilmesi gerektiğine değiniyor.

Fotoğrafla tanışmanız nasıl oldu ve sizi bu sanata bağlayan nedir?

Ben, fotoğrafçılıkla öğrenci olduğum yıllarda yani 1972–73 yıllarında tanıştım. O zamandan beri de aklımın erdiği kadar becerebildiğim kadar fotoğrafçılıkla uğraşmaya çalışıyorum. Bir taraftan fotoğrafın teknik yönüyle uğraşıyorum, bir taraftan da teorik yönleriyle uğraşıyorum. Bu işin içine bir akademisyen   olarak girmeye başlayınca şunu gördüm ki Türkiye de birçok konuda olduğu gibi bu alanda da konunun teknik sürecini anlatan kitaplar çok yetersiz. Fotoğraf sadece bir teknik değildir bu tekniği sanat ortamında yapabilmek için de hem sanatla hem de kültürün başka öğeleriyle birleştirmek gerekir. Bunların da tabi ki yazılı kaynaklarda olması gerekir. Bu nedenle ben eli biraz kalem tutan bir akademisyen olarak fotoğrafın teknik yönüyle alakalı olarak “fotoğrafa başlarken” kitabını yazdım kolay anlaşılabilir bir kitap yazmaya gayret ettim. Fotoğrafın görsel, toplumsal ve estetik yönlerine dikkat çekmeye çalıştım, yeni bir kitap yazdım. Bir taraftan da özellikle siyah beyaz fotoğrafçılık konusunu çekmeye çalışıyorum.

Geçtiğimiz aylarda ‘Meslekte 40 Yıl’ adlı bir kitap yayınladınız ve kitapta yer alan fotoğraflardan oluşan bir sergi açtınız. Bize biraz bunların içeriğinden bahsedebilir misiniz?

Ben doğma büyüme Eskişehirliyim. Doğal olarak da fotoğraf çekerken ilk  olarak etkileneceğim şey kendi çevrem oluyor. 70li yıllardan beri çeşitli vesilelerle Eskişehir’i resmetmeye çalıştım. 2000li yıllarla beraber Eskişehir’in bir konusunu resmetmek için yola çıktım ve fotoğrafın klasik tekniğini yani siyah beyaz tekniği kullanarak fotoğraf çekmeye çalıştım. 2005 yılında da esnaf ve zanaatkârlar üzerinde yoğunlaşmaya karar verdim ve onların içinde de mesleklerinde 40 yılı aşanların özel bir durumu olduğunu fark ettim. Bunlar 1940lı yıllarda mesleğe başlamışlar. Türkiye’nin neredeyse 50–60 yıllık geçmişlerine tanıklık etmiş insanlar ve hala mesleklerini sürdürüyorlar. Bu insanları çerçevenin içine almaya çalıştım. İşin özü budur. Bu bir nostalji çalışması değildir. Yani geçmişten günümüze olarak değerlendirilmemelidir. Farklı mesleklerde özellikle el marifetleriyle çalışan insanların bu mesleklerini hangi ortamda sürdürdüklerini, hangi fiziksel çevreyi kullandıklarını, bu insanların nasıl insanlar olduklarını anlatmaya yönelik bir çalışmadır. Ben düşünüyorum ki 30 yıl sonra bu çalışmaların değeri artacaktır. Geçmişe dönüp baktığınızda bunun gibi çalışmalara rastlamak neredeyse mümkün değildir.  Oysa sadece esnaflar zanaatkârların değil toplumla iç içe olan insanların  topluma yön veren insanların bir şekilde kayıt altına alınmaları gerekir. Bu bir çeşit hafızadır. Ben sizin evinize gidip ailenizin bütün fotoğraflarını alıp yok etsem ailenin hafızası yok olur. Bazı eşyalar olmadığı zaman onların yerine yenilerini getirebilirsin ancak dedenden kalma bütün aile fotoğrafların yok oldu. Bu bir daha nasıl yerine gelebilir? Senin ailenin tarihi, görsel hafızası  yok oluyor. İşte bu çalışmada görsel hafıza oluşturmaya yönelik ender çalışmalardan birisi. Batıda çok yaygın bir şey olmasına rağmen Türkiye’de maalesef fotoğrafı sadece kendimizi narsist durumumuzu tatmin edebilmek için, ben de ordaydım diyebilmek için kullanıyoruz.

Aynı zamanda eğitmen olduğunuzu biliyoruz. Gençlerin fotoğrafa olan  ilgisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Üniversitelerde verilen fotoğraf derslerini yeterli buluyor musunuz?

Gelenek haline gelen bir durum vardır. Her nesil, kendinden sonra gelen  nesilden her zaman şikâyetçidir. Bu bir anlayıştır. Ben bununla ilgilenmiyorum. Bilardo oynamaya meraklı insanlar da var, fotoğraf çekmeye meraklı insanlar da var, tiyatroya meraklı olanlar da var. O kadar karamsar değilim. Bardağın her zaman dolu tarafına bakarım. Bu işe her zaman merak saran insanlar var. Biz de belki toplumsal koşullar bu işe uygun olmayabiliyor. Bu koşulları sağlamamız gerekiyor. Bunu yapamadığımız zamanda insanlar kendini yalnız hissediyor. Yapabilmek için kendi başımıza büyük çaba sarf etmemiz gerekiyor. Ben iyi bir okulda iyi hocalarla okudum ama benim kuşağım biraz farklıydı. İnsanlar vatanını kurtarabilmek için kendini ölüme atıyordu. Polis copu yememiş insanların sayısı parmakla gösterilebilecek kadar azdı. Öyle bir ortamda senin fotoğrafçılıkla uğraşman çok absürd bir şey. Onu yapabilmek için çok büyük çaba göstermen gerekiyor. Her şeyi unutup zihnini boşaltıp fotoğrafa yöneleceksin. Bütün sınıf arkadaşlarım mitinglerde orda buradayken sen eline makine alıp fotoğraf çekiyorsun. Bunları yapmak kolay değil. Şimdi de başka  bir şey var. Her yer kafe dolu, o kafelerden sıyrılıp fotoğraf derneğine gelen kaç kişi var. İçinde bulunduğun şartlar olarak bu çok zor. Bazı gençler bu durumun farkında ama kendini orada çıkaramıyor. Oradan çıkabildiğin zaman mesafe alabiliyorsun. Fotoğrafçılık, teknolojiye bağlı olarak çok çabuk değişti ve gelişti. Cep telefonları bile fotoğraf çekiyor. Bu iyi bir durum ama bunu kendi lehine çevirmek gerekiyor. Bu işlere biraz kafa yormak gerekiyor. Nerede olursa olsun herhangi bir şekilde fotoğraf eğitimi almak gerekiyor. Türkiye’de yılda ortalama 5 bin kişi fotoğrafçılık okuyor. Benim “Fotoğrafa Başlarken” kitabım şuan fotoğrafçılık kitapları içinde en çok takdir gören kitaplardan birisi ve bu kitabın 2 bin baskısı tükendi, şimdi 2 bin daha tükeniyor. Burada bir çelişki söz konusu. Fazla kitap var, satılıyor meselesi değil. Hem okutanlar açısından hem de öğrenciler açısından tuhaf bir durum var. İnsanlar kitaptan okumadan bilgilenme durumundalar. Kendi öğrencilerim var, fotoğraf kitabı almıyor. Kitap satılsın diye demiyorum ama bir şeyi kitaptan öğrenemezsen nereden öğreneceksin. Böyle teknik bir süreci de yazmak gerekiyor. Bizim zamanımız da uğraşıp da, okuyarak çabalayarak bir şeyler yapanlar başarılı oldular. Şimdi sınıflar dolusu öğrenci okuyor ama ne hocalar ne de öğrencileri daha kitapları bilmiyor. Bu yüzden fotoğrafçılık nasıl 20 yıl önce kötü durumdaysa hala kötü durumda. Birileri gelip fotoğrafla uğraşıyor, 3 sene sonra unutuluyor.

Bir dönem İstanbul’da sergim vardı. Büyük fotoğraf sergileri var, sanat için milyarlık yatırımlar yapmışlar. Ama İstiklal Caddesi’nin ortasında satılan kitaptan haberleri yok. Kastamonu’daki adam duymayabilir ama sanatla ilgili olup da İstiklal Caddesi’nde satılan bir kitaptan haberdar olmamak bana biraz garip geliyor. Dünyanın en önemli kitapların haberleri yok. Çok acı bir durumla karşı karşıyayız. Fotoğrafçılık gelip geçici bir heves olarak kalıyor. Bu zamana kadar bu işi geçici heves olarak yapan insanları hiçte ciddiye almadım.

Ülkemizde sanatçıya verilen değerle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Kültür Bakanı olsanız neler yapardınız?

Türkiye’nin olumlu özelliklerinin yanında olumsuz özellikleri de var. Büyük bir genç nüfus var ve bu genç nüfustan korkmamak gerekiyor. Yaratıcı bir toplum olduğumuzu düşünüyorum ve gittiğim birçok yabancı ülkede de bu düşüncemin doğru olduğunu fark ettim. Fakat bu yaratıcılığımızı sistemli bir şekilde götüremedik. Fotoğrafta güzel bir şeyler sunmak için aylarca uğraşman gerekebilir. Belki sanatın her dalında bu böyledir. Toplumda buna saygı duyulmuyor mu duyuluyor. Ancak fotoğraftan ekmek yiyebiliyor musun diye sorarsanız hayır yiyemiyorsunuz. Belki de insanların bu işi bırakmasının en büyük sebebi budur. Telif hakları kanunu var ama işlemiyor. Anadolu Üniversitesi’nin bana sağladığı imkânlar olmasa “Meslekte 40 Yıl”ı basamazdım. Kültür bakanlığı diye bir yer var orayla temasa geçemiyorsunuz. Sordunuz ‘bakan olsanız ne yaparsınız’ diye işte ben bakan olsam bu işlerin kapısını açmaya çalışırım. Elbette o koltuğa çıktığınızda durum başka görünüyordur. Türkiye bu meseleleri aşacak ama çok zaman alacak. Fırsatlar ülkesindeyiz. Biraz zor oluyor ulaşmak ama ulaşabiliriz. Batıda aklın matematiğin öne çıktığı ülkelerde insanlara bir şey anlatınca ne olduğunu anlıyorlar. Biz de ise kitap çıktığı zaman insanlar fark edebiliyor. Büyük bir sorunumuz da bu aşamada ortaya çıkıyor. Bu anlamda da model oluşturmak zor oluyor. Biz de model olarak bazılarını kendimize model almalıyız. Her anlamda bu ülkede bir şeyler gelişiyor. Bu toplumun yapısında göre de iş yapmamız gerekiyor.

Ceyda Şahinoğlu, Osman Bahar

 

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimayis2008

 

Bunu paylaş: