Bir Şafak Türküsü: Nevzat Çelik – Duygu Yılmaz

Bir Şafak Türküsü: Nevzat Çelik*

 

“Bir yanda yangın vardı, bir çağ yangını. Herkese şu ya da bu oranda bir pay düşüyordu bu yangından. Kıyısında, köşesinde yananlar vardı. Bir de tam ortasında yananlar! Ben, yangının tam ortasında, hem de hiç yakınmadan yananları, etiyle kanıyla, özlemleri, kavgaları ve umutlarıyla duyurmak istedim.”

Nevzat Çelik 1960,Kastamonu-Boyabat doğumlu bir fikir adamıdır.Her “düşünebileni” yutmaya çalışan kapanlara,her iyi düşünebilen adam gibi,o da takılmıştır.İdam istemiyle yargılanmış,senelerini cezaevinde geçirmiştir.Oysa anlatmak istediği,yananlardır, kavgada tutuşanlardır…

Şiirlerindeki renkli bahçelere benzer çeşitlilikleri ve anlamların en zenginini taşıyan vurgularıyla,Ahmed Arif,Nazım Hikmet ve Atilla İlhan gibi ustaların etkilerini taşımaktadır.

Nevzat Çelik için söylenesi her şeyi,şiirleri anlatmaktadır.Zira o bu kavganın tam ortasında,hala yanmakta,hala anlatmaktadır…

 

ŞAFAK TÜRKÜSÜ

1

Beni burada arama anne Kapıda adımı sorma Saçlarına yıldız düşmüş Koparma anne

Ağlama

Kaç zamandır yüzüm tıraşlı Gözlerim şafak bekledim Uzarken ellerim

Kulağım kirişte Ölümü özledim anne

Yaşamak isterken delice 2

Bugün görüş günü Günlerden salı Islak

Sarı bir yağmur

Ülkemin neresine bakarsa ay

 

Orada yitik bir anne ağlıyor Sen aralıyorsun yağmuru

Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini Sonra bir umut koşuyorsun

Yüreğin avcunda ısırırken

çırpıntı gözlerini

(ah verebilseydim keşke yüreği avcunda koşan herbir anneye

tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş

bir ülkeyi armağan koşma anne

birdenbire batacak olan

düş denizinde yarattığın umut sandalıdır oysa benim için gece

ışık hızıyla koşan

kısa ve soğuk bir zamandır

bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak uykusuz

yorgun ve korkak 3

sanırım baytardı

yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor boşver hipokrat amca

üzülme ne olur sen de anne sen de üzülme

hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim

korkak kahraman gecelerimi düşlerimle sınırsız diretmişliğimle genç

şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine usulca açılıverdi

yanağımda tomurcuk

 

pir sultan’ı düşün anne şeyh bedrettin’i börklüce’yi

torlak kemal’i düşün anne

hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen

ince bilekli çıplak ayaklı tanya’nın deniz’i düşün anne

her mayıs şafağında uzun uzun döverken darağaçlarını ve o şafaktan doğma

onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları insanları düşün anne

düşün ki yüreğin sallansın düşün ki o an

güneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın 4

sıcak omuzlar değerken omzuma buz üstünde yürüdüm yıllar boyu bayraklar ve türkülerle

kopunca memelerinden o mükemmel yaşama

 

 

kurşunlar sıktılar alnıma açık alanlarda ağır kartalların konup kalktığı yalçın kayalardan biriydim ölüp dirildim yeniden güneşli güneşsiz akşamlarda mutlu yarınlar adına özgürlük adına ekmek adına

üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin dirilip dönmesin diye hiroşimalar tahtadan atların boynuna çıplak ölümlerle yatmasın diye çocuklar aç gözlerle bakmasın diye çocuklar kardeşlik adına

havadaki kuş denizdeki balık adına

 

yürüdüm yıllar boyu dönüp bakmadım arkama ıraktı gözlerim çok ırak

izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda kalsa da silinir gider

yalnızca bir ağıt gibi çakılır

ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer 5

tören adımlarıyla ölmek ne garip şey anne

kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum bütün gözler üstümde

sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun masa üstünde üşüyen bir sigara

yanında küçücük bir cam bardak içinde rengi bu gecenin

cılız titrek bir kibrit kağıt kalem sandalye

geride flu yağlı

büküm büküm bir ip

ve çingene kuralına uygun değişmez dekoru mudur idam mahkumunun

6

kırılacak cammışım gibi davranıyorlar yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün oysa birazdan boynumu kıracaklar

pul pul dökülecek yaz siyasi eylül’ün ben ölümü asıl az ötede titreyen çingenenin kara killi ellerinde gördüm anladım ki küllenen sigaradır

soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm

 

yani benim güzel annem alacaşafağında ülkemin yıldız uçurmak varken oturup yıldızlar içinde kendi buruk kanımı içtim

 

7

ne garip duygu şu ölmek öptüğüm kızlar geliyor aklıma bir açıklaması vardır elbet giderken darağacına

8

geride

masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem bağışla beni güzel annem

oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana elleri değsin istemedim

gözleri değsin istemedim ağlayıp koklayacaktın

belki bir ömür taşıyacaktın koynunda usul adımlarla yürüdüm ömrümü karşımda kurum kurum-laşan darağacı (tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan ökse de olsa dört bir yanı)

birdenbire acıdı boynum gelecekler var birbiri ardınca genç yakışıklı

ne olur işçi kadınım az yumuşak dik

şu kefenin yakasını 9

yaşamak ağrısı asıldı boynuma

oysa türkü tadında yaşamak isterdim çiçekleri kokmak ırmakları akmak yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak

su başlarında aylak sektirmek kavalımı sonra bir çocuğun afacan bacaklarında anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim o güzel günleri görenler arasında

bir soluk ben de yaşamak isterdim

bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden öperken siya-u jakond’u tebessümünden işte o an saçlarından yakalamak dolunayı bir de yirmibeş kilometreden görebilmek nazım’ın gözleriyle pırıl pırıl moskova’yı ölmek ne garip şey anne

 

bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı sedef kakmalı bir kutu içinde

vermek isterdim çocukların ellerine sonra

sonra benim güzel annem damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza 10

künyemi okudular suçumuz malum

gecenin kıyısında durmuşum kefenin cebi yok

koynuma yıldız doldurmuşum koşun çocuklar çocuklar koşun sabah üstüme

üstüme geliyor

yanlış mı duydum yoksa erkenci bir horoz mu ötüyor keskin bir acı bilenmiş gitgide yaklaşıyor sonum

iri sözlerim yoktu söyleyecek usulca baktım yüzlerine

bin yıllık iskeletleri çatırdayarak göçtü ayaklarının dibine korkutamadılar beni anne

avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı

bir zaman rüzgarda

saçını tarayan telli kavak değil mi

boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi

söyle anne o çingene

bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca

11

kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda işkenceler zindanlar hücreler savunmak yok mutlu tok bir yaşamı

 

açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren mideme karşı

kısacası

bir çiçeği düşünürken ürpermek yok gülmek umut etmek özlemek

ya da mektup beklemek gözleri yatırıp ıraklara ölmek ne garip şey anne

artık duvarları kanatırcasına tırnağımla şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım

mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım baba olamayacağım örneğin

toprak olmak ne garip şey anne ceplerimde el yerine balyoz taşırken

korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini ve yüreğimin ırmakları taştı

taşacakken

ölmek ne garip şey anne uçurumlar ki sende büyür dağdır ki sende göçer

ben yaprak derim çiçek derim

çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim gül yanaklı çocuğa benzer

yine de

oğlunu yitirmek kimbilir ne garip şey anne

12

beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne

ağlama

kırıldıysa düş evinin kapısı bütün kırık kapıların çağrılışıyım kızların yanaklarında çukurlaşan

biten başlayan aşkların ortasındayım her kavgada ölen benim

bayrak tutan çarpışan

her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni özlem benim kavga benim aşk benim

 

bekle beni anne

bir sabah çıkagelirim bir sabah anne bir sabah

acını süpürmek için açtığında kapını umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur

çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak

öylece kalkar uykudan şalterler dişleyip tükürmeden sigaralarını türkü tadında giyinirken işçiler bir sabah anne bir sabah

acını süpürmek için açtığında kapını adı başka sesi başka nice yaşıtım koynunda çiçekler

çiçekler içinde bir ülke getirirler başlarını koymak için yorgun dizine sen hazır tut dizini anne

o mükemmel güne

 

SUNU

I

güneşi hiç görmedim penceremde ne ay doğdu geceme ne bir yıldız hem sıkış sıkış hem çöl kadar ıssız beş yıldır bir şeyler soluyor içimde II

dal olsun diye kuşa uzattımdı kolumu omuzlarıma kadar ekmek ufaladımdı yanılıp da bir kez bile konmadı

inip üç adımda bitirdim yolumu evet üç adımdabir tokat

gibi çarptı yüzüme duvar

dibine çöküp avuçlarımı açtım fakat hangisine sapsam ne çok yol var

el eli çoğaltmayınca bir yerde uçurumlaşıyor avuç çizgisi de tek başıma yürüsem şimdi barbaros bulvarı’ndan beşiktaş’a bir vapura binsem ya da motora

—kaptan dümen kır üsküdar’a—

 

düşteki gibi ansısam birden

koyun gibi yatırılıp kazınmış saçımla ayakkabısızlığım.. pantolonsuz bacaklarımla içinizde aykırı bir yaşamım ben

ihbar polis filan.. güvertede tutuklanmadan balığın üstüne martının altına

yarı yolda kaldırıp gövdemi atsam bulurdum kendimi ayaklarımın dibinde beş yıldır bir şeyler sürükleniyor içimde yıllarca mektupsuz kitapsız bırakıldım bir elimle yazdıklarımı

okudum diğer  elimle beş yıldır beş koca yıldır

bir şeyler kopuyor içimde III

şortum ve şıpıdık tokyalarımla gördünüz beni haydarpaşa hastane girişinde beklerken

güneş yanığı teninize renk renk giysilerinize bakarken uzun zincirlerle bağlı kollarımı süzdünüz imgeleminiz hemen de devindi

—deli bu deli— yüzdeki buruşmadan

duymasa da anlıyor insan biraz kötücül biraz acımaklı baktınız yüreğimi şaşırdım dürterek birbirinizi

gizliden fısıldaştınız

sıkıca kavranıp kollarımdan özenle geçirildim aranızdan

—sizi mi koruyorlardı beni mi bilmem— çocuklarınızı kaparak çamurmuşum

gibi sıçradınız iki yanıma ama soru sorandır çocuk-baba anne kim neden bu amca…

bir çift dikenli tel yumağıydı gözlerim ağlayamadığımca ağladım yanıtınıza IV

gün batınca çocuklar erkenden masallarını dinlemeden derin bir uykuya bir yunus dalıp çıkıyormuş gibi suya

 

kalkıyorlar gözlerinde yıldız gülerken bendim öpen bendim silen

anne diye üşüyen korkularını ellerimle şafak yangını yıldızları bendim gözlerine koyup giden sabah bir parça da anneler

beni öpüyorsunuz

bilmeden tadımı taşıyorsunuz günboyu sıcacık dudaklarınızda yaslandığınız ağaçta benim sırtım çiğniyorsunuz sokakta ayak izlerimi kokladıkça açan güzelim çiçeği ansıyın bir zaman yakama taktım

geçerken kulaklarınıza uğultular geliyordur evet siz de vardınız taksim alanı’nda

hepten unuttuğunuza inanmıyorum mutlaka omzunuzda omzumun sıcaklığı duruyordur V

duysanız anlasanız bir kez beni böyle tek başıma geceleri çığlık çığlığa kalkmazdım

ellerimin arasında kanayan alnımla çatlak bir duvar gibi bakmazdım bir elime ateş ötekine barut

çizgi çizgi ben mi kazıdım değmesin diye bağlasa mıydım açlık ve ölümle yağarken bulut gençliğimi kakıp durmayın başıma bugünden yarına akardım

bir bilseniz neler yaşadım yüzyıl bebek kalır yanımda VI

asıldım yüreğinizin kapısına acıyı sevince bölerim

su gibi yaprak gibi gülerim çıkmayın dokunmadan bana bir orman gibi yürüyüp elbet varacaksınız ortasına yolun ben yatarım bin müebbet

siz çiçeklene-dallana durun

 

 

MÜEBBET TÜRKÜSÜ

I

önce kol sonra sürgü sonra anahtar açılır kapı itilirim sırtımdan ben ebedi kiracı kesilmiş hükmüm önce sürgü sonra kol sonra anahtar kapanır kapı

bir ömür boyu diri diri içmek için gövdemi dolanır bacaklarıma balçık gibi ağır bir karanlık

çırpınsam küçücük pencerede çifte çapraz parmaklık üstünde yüzüme örtülür binlerce kare demirörgü

her karesinde oyulmuş bir göz gibi kanar gökyüzü batan güneşim kapının önünde kıpkızıl asılırım biran ranzam tavana ranzam yere ranzam göğsüme çakılı kımıldasam göğsüm boydan boya yırtılacak sanki duvarlarını üstüme yıkacak hücrem adım atsam adım atsam apansız kurşun değdi kanadına kuşun tutun beni önüm berbat uçurum bu kimin sesi

bırak torbanı atlas’a ödüldür gökkubbeyi taşımak düş kırıklığına salan salsın gözlerini bırak ranzanda yatak yatakta düşlerin dağınık kalsın yürü delikanlım beton altında toprak uyansın duvarı duvara vur ateş gibi bir ıslık tuttur

yürü a benim deli gönlüm yürü kesilmiş hükmün II

şarkılar türküler skeçler camdan cama gülücükler

-olur böyle şeyler takma kafanı yatarız be- gecede ay mı var alttan alta katılaşan bir şey  olur böyle şeyler takmıyorum kafamı yatarız be..

biter havalandırma eğlentisi de gecenin bir yerinde son sigaranın ateşi kararır dostlar uykuya varır gece sefası bu mevsim açar mı gecede ay mı vardı idamdan müebbete düştüm müebbetten hücreme belki sıcaktı şubat gece karla başladı fakat

en güzel yüzünü resminin yüreğime ters kapadım kırdım belleğimin bütün sırrı dökük aynalarını ranzam soğuk ranzam ayaz ranzam kar

altımda demir üstümde ışık yanımda duvar üşür ellerim sensiz ellerim öksüz ellerim nerde portakal bahçesi kadar sıcak memelerin dönerim gene duvar gene soğuk gene ayaz

 

düşlerim seni almaz düşlerime müebbetim sığmaz bir dal fesleğen taksan da saçlarına yorulursun güneşi yatırsalar koynuma ısınamam

bir yerine vardım ki gecenin sen yoksun III

bir yerine vardım ki gecenin sen yoksun

sen yüreğimin dağlarında sakladığım kaçak kız seni sunuyor kar yüklü dallarıyla çam ağaçları kimliğin bende saklı uzanıp alsam alnın apak gece balçık gibi yapışıyor ellerime saat kaç

tende yaşanmayacak aşkımız anladım tenimde isyan yorgunum ranzama uzansam gözlerimi kapatsam bir daha açmasam beni bu kapkara suskunluk

beni öldürecek diyorum avaz avaz düşüyorum asama dikse anam kapımızdan balkona tırmansa akçamların kokusunu sen saçlarından savursan

üç yanı sırılsıklam ülkem gibi hep acı dalgalara dirensen yanağından mutlu bir damlanın yuvarlandığını görsem kar da eridi çamur sonra yağmur sokaklar çıplak

asfalt makadam bulvar ayaklarda o bildik bıçak acısı haki gömleğinden bir düğme aç ellerimden üşüyorum şafakları yunus çıkarsa ağlarından balıkçılar beter ağlar dudaklarında uzayan sigara külü martı kanatları ve türkü: bir dal fesleğen taksan da saçlarına yorulursun

bulaşıyor dilime beni ağzınla sustur susturacaksan IV

sabah oldu beni ağzınla sustur susturacaksan gazeteyle uzatıldı mazgaldan dürülmüş bir yangın gibi

korkunç acılarıyla ellerime on üç yıl öncesinin vietnam’ı pirinç tarlaları bambu evleri insanları yani kavgaları 1972 trag bang köyü ve temmuz güneşi

ve yankee ve napalm yani ölüm bulutları

yapışıyor sırtlarına çocukların çocukların bacakları tutuk çığlıkları var fakat ağızlarında boylarından büyük ilkokul çağında saçı kara çığlığı yangın küçücük kızın bant çekmişler göbeğinin altına ne ayıp ne yasak kaçıyor o güzelim çocuk bütün insanlığıyla çıplak

elinden tutmalı göğsüme basmalı göğsümde soluklandırmalıyım benim de gözlerim yanaklarıma doğru çekilmeli acıdan

ağzımı kulaklarıma dek yırtarcasına haykırmalıyım

 

payıma düşeni almalıyım yedi milyon ton bombadan işte ben her acıda böyle sırılsıklam şaşkınım haykırılmış her çığlık burda benim ağzımı yakıyor durma kanıyor acılarım gövdemin neresine dokunsam kaldırmadan demir parmaklığı insanla insan arasından canım sevgilim ben bu yaraları kabuk bağlatmam

V

alnım parmaklığa gömülü alnımda tarifsiz hasret

dörtbir yanım idam dörtbir yanımda türküleşen müebbet ne bir yıldız kayar üstünden ne bir çiçek açar

hücreler burada susuz kör kuyulara benzer

her bahar duvara koşar da sarmaşıklar yaz biter yorulur sonunda salkım saçak dal budak ağaçlar gözlerimi içime çevirmesem gözlerim duvarda kurur bir an büyüse suskunluk kulaklarıma kurşun akar belki bu yüzden yüreğimde tepesi karlı dağlar boydan boya karadeniz boydan boya toros

akdağ karadağ altındağ cudi ağrı canik aras

vurulup öldüğüm kalkıp çocuklar gibi güldüğüm dağlar yakındır eteklerinde dudaklarına özenir kiraz

ellerin tüfeğinden çözülür göğsüne ılık ılık kan yürür dişlerinin arasında apak ilkbahar kardeleni uyanırsın tenin buğulanır bilirim dudakların mahmur uykudadır kollarını açıp gerinirsin ormanın bütün ağaçlarınca yeşil dokunabilsem sana çoğalırdım saçlarınca tel tel yüreğimin ırmaklarını aykırı akıtıyorum dağlara doğru süzülüp gelsen suda bir papatya kadar güzel

VI

saçlarını yastık yapıp yatıyorsun öyle düşünüyorum yorgan diye geceyi dört mevsim üstüne çekiyorsun yaprak düşer ay düşer yıldız düşer kar düşer

kurşun düşer üstüne bomba ölüm ayrılık düşer apansız sena düşer aklıma beni ağzınla sustur göğsü isyan göğsü ateş göğsü tomur tomur sena onaltı yaşının heyacanını tarar aynada

çıplacık boynu.. el-boruk dağlarında israil konvoyu kıvrılır yılan gibi.. nazi fırınlarından sarı yıldız uyanır aynada gözlerini bırakır gözleri iki yüz kilo bomba içine 504 peugeot’nun büsbütün bir kinle oturur kanatlanır avına sena mehdillah şii müslüman kız

 

sedir ağaçları değil yanan köyleri geçer iki yanından hükmünü okur benim ülkemde filizkıran fırtınası dalların acısı gelir hücremde beni bulur

konvoy patır cizze arasında durur.. sena atmaca sena nisan dalları gibisin sena sena

fünye fitil ateş.. sena dur ama durma..

gövdesinin dört katı ağır bombayla patlar güzelim kız beni ağzınla sustur susturacaksan

VII

bu türkü hiç bitmeyecek karanlık sular akıyor içime her dizesi bir fırtına belki soluğum yetmeyecek korkarım teninden avuçladığım buğu uçup gidecek yastığım sımsıkı yastıkta aralanmıyor dudakların kış üşümesiyle durma sırtını dönüyor yatağım

bir yangından çıkmışım tepeden tırnağa yanık çekip almışım bir çocuğu çığlığı bende kalmış yana yana dost kapılardan yüzgeri olmuşum

su dökenimi aramışım inatla beni ağzınla sustur beni suskunluk kapkara suskunluk öldürecek beni sesi türkümün sesi sağanak yağmurları isterim dur altına sen de sağalır belki ateşi gövdemin duvarla başladı duvarla mı bitecek türküm

şu dağlar eteği kuşatma tepesi karlı dağlar şu okul şu sokak şu ev şu ağaç şu bulvar

düşünüyorum da sanki bir varmış bir yokmuş benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş

sesli konuş dışarda kalmasın çiçek yüklü dallarıyla bahar balçık gecelerden balçık gecelere çıkıyorum

ayaydınlık sabahlara bir de sana inanıyorum VIII

benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş söyle ben türkü söylerken sıkı bassınlar yere yağmurlu bulutları tepelerinde taşısınlar söyle benim gecelerim tepeleme ısırganotu sevgilim dur durak yok bana bu bahar akşamlarından

toprak deniz ve kadın kokularıyla dövüyor da kapımı bir karası aşıyor duvarı kahrolası karanlık

kibriti çakılmış sigarayım nerede dudakların barut dumanıyla islenmiş belki kararmış saçların çekincesiz yıkanırsın deli çılgın akan sularda

 

sular hırçın sular arsız ben ellerimle yapayalnız kovalanmışım çocukça düşlerimden taşa tutulmuşum balıkları oltada bir deniz gibi ayağa kalkmışım delikanlıyım yıldızsız gecelerde düşlerine kıran girmiş sensiz kupkuru bir dalım güneşin gözüne batan grevsiz işçiyim de ocağı tütmeyen evim

öğretmenim diline sözcük sözcük yasak vurulmuş çocuğum elinde bir balon bulut bir dolu umut benekli balonlarım sonra bir varmış bir yokmuş benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş IX

türkü söylüyoruz tahliyecinin ardından nedense yanık yanık birşeyler kokuyor havada ağlamak istiyorum ateş hattından çıkmışım beni ağzınla sustur

tam bir hafta aralıksız dövmüşler barikatı

kanlı upuzun bırakmışım üç arkadaşımı yorgunum yürürken şarapnel parçası düşüyor göğsümden çekilen ilk dişimmiş gibi alıp cebime koyuyorum daha otuzbir dişim var katıla katıla gülüyorum yaranı avuçlarıma ver ateş hattından çıkmışım yitiyor nöbetçi kulesi ellerim kopuyor parmaklıktan nerede susuzluğun bir yudum su kaldı mataramda ağzımda senin dudakların bir varmış bir yokmuş duvarın dibinde kurt köpekleri ve bolivyalı çavuş guevera’nın sırt çantasında neruda kahkahası

ve ezbere okuduğun bizim şairlerimiz geliyor aklıma salt bizim işimizmiş gibi şaşıp kalmışım

felâket yakışırmış meğer onlara da ölmek çınar dediğin de gün gelir devrilirmiş usulca anımsa ne derdik aramızda ona hadi anımsa

  1. kadir amca a. kadir amca a. kadir amca X

benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş söyle ben türkü söylerken sıkı bassınlar yere yağmurlu bulutları tepelerinde taşısınlar söyle ben yokum okulda fabrikada sokakta sen yoksun her adımda bir pusu her pusuda bir sevinç asılı kapılar kapalı pencerelerin perdeleri aralanmaz

çocukların oyuntaşı parçalanır camlarda gülmeler açmaz ardına kapının süpürgeyle kurum yığar bir kadın

 

öğrenciler başka işçiler başka bir başka ülkem

sen neredesin insan kardeşim nerede neredeyim ben hücremin değil evinin duvarında bitiyor voltam

buz gibi titriyor sırtıyla duvara sırtımı dayasam adımlarımı sayıyor bir iki üç… aklı karışıyor gün biter mi ay biter mi mevsim yıl biter mi duvardan duvara ömür biter mi şaşıp kalıyor kapısını açsa kapıma çıkacak ödü kopuyor

işte bu insan kardeşimin ölümcül korkusu bu işte ağır mahkumum düşüyorum bütün uçurumları

yüreğinin kayalıklarında yeşertemedi henüz bana bir dal paramparça parmaklarım korkusunu sıçrıyor uykusunda XI

insan yaralarım kanadı beni ağzınla sustur yaralarım kanamasa gözlerim duvarda kurur kör sağır suskunlukları dipsiz düşüyorum ayırdına varmadan dibini çekiyorlar uçurumun beni dipsizlik kapkara dipsizlik öldürecek beni sözüm kurşun hasretim kurşun kurtuluşum açsana gülün yaprağını uçsana kanadını kuşun sevmesi sevişmek değil gülmesi gülüşmek

çocuğunun saçlarını okşuyor elleri dalgın elleri uzak yasaklarca çalışıp konuşup yaşıyor yasaklarca

hah desem unutup büyük ellerini kaçacak kaçacak ardında madeni sesler bırakarak keşif kolları çıkar inadına yasak ateşler yak kuşatmalar da kuşatılır bir yerde haber uçur

alınıp satılabilen bir ülkenin müebbetiyim ben türküm duvarla türküm yangınla sürüp gidecek gencim delifişek gözlerim bir çift kara tüfek

bütün umutlar menzilimde belki kızıyorlar sözlerime henüz bir avuç insan kardeşimi gördüm fakat şaşırmadan ellerini dimdik bakabilirken gözlerime XII

benim türküm yangın yeri sevgilim sesli konuş çoğalmasın yangın sesli konuş güzelim insan adın bende gizli gölgen takibinde helikopterin

her gece koşar gelirsin düşlerimin çekimine kapılıp kent dağa kavuşur ellerim ellerini bulunca ellerimiz buluşunca düşlerim gece baskınında

 

çam ve ardıç kokularını göğsüme bırakıp kopar yürürsün ellerimin şehvetine sarınıp yürürsün canımın içi kanatlan çarçabuk serçe tedirgini adımların ele vermeden seni.. kaç mahpus yılı düşlerime girip çıktın

hep bir umudun allığı düşler ki sınırsız düşler ki yazdan kışa uçsuz bucaksız düşler ki yaşanan yıllara aykırı..

kurumasın istemem rüzgârda salınmadık hiçbir dal minik ellerin yine kabzasında büyüsün silahın devrederken nöbeti fakat bir el değmeli eline

acı bir bulut gibi taşıma saçlarını seni ülkem bildim yorulursun arama arama ellerimi ellerimi unut katmer güllerin açtığı dağlardadır aşk ve umut

XIII

umudum dağlarca yapraklarca umudum halklarca fabrikalar gecekondular.. duyuyorum tıpırtısını varoşların daha fazla dayanamaz bu beton bu demir bu plastik kolumu uzatınca elini buluyorum yan hücredeki arkadaşın eli sıcak elim sıcak sımsıcak umut yaşamak bu

yaşamak bu diyorum kesip atıyorum karamsar yerlerimi ve gülüyorum gül sen de yüzünde güller açsın

güney afrikalı zencilerin kavgaları erik çiçekleri kadar ak biliyorum nice kavgalar verilmekte bana yakın bana uzak hücre hücre direniyorum kuşatılsam da sayrılıklarla

gün gelecek saçlarımın güz savrulması durmuş olacak duvarla boğuşmayacak hiçbir düş hiçbir adım hiçbir ayrılık ve hiçbir sözcük şiirde bir silah gibi patlamayacak

ne müthiş bir duygu içerde umudu kıyasıya yaşamak çürütülmek ve öldürülmek olasılığı ağır basarken mutlu şarkıları ve zafer tarakalarını beklemek

evet canım gün gelecek nasıl atılmışsam içeri öyle diri ve genç aşacağım yıkılan ilk duvarı oğlu kızı yitik bütün kadınları anam bileceğim

sen diye öpeceğim ağzından karşıma çıkan ilk kızı XIV

karşıma ilk çıkan kızı sen diye öpeceğim ağzından boynuna doladığım kollarıma ayaz vuracak belki soracağım nerde belinin çukuruna dolan saçların susturacaksa o kız da ağzıyla sustursun beni..

 

direnmenin güzelliği yüzümüzde kış bahar yaz çok değişmedik fakat ellerimiz büyüdü azbiraz gökyüzünden çalıp yolla uçurtmaları salkım saçak

ellerimizde çocuk merakı ellerimiz güzel haberlere aç.. bana ince uçurumlara bakan kar bahar yüklü patikaları anlat ki iz sürücüler tıkanıp kalsın sonlarına bakınca o saat köylere inişlerinizi bir de bir de kentlere kaçamak

yün çorapları önemse dağlarda korkarım ayakların donacak.. ağlamaklı oluyorum ne güzel düşlerken kuşanmış günleri kırılacakmış gibi bütün kapalı kapılar bugün yarın

bayramlık giysilerimle buluyorum kendimi aynada tıraş olurken ranzamda uyur uyanık düş denizi geçiyor üzerimden

alıp getiriyor kovasını küreğini kumdan kale yapan çocukların bulutları yıkıyorum saçlarından gözleri nasıl da umut..

hep umut edeceğiz sevgilim kopacak her yenilgi sonrası sustu sanılan yüreğimizde korkunç bir yaşam fırtınası

 

KİTAP TÜRKÜSÜ

ve bir gün eline

ustura ağzında sınanmamış allı-pullu mektuplar geçerse bil ki sevgilim

ben artık elleri üzerinde yürüyen şaklabandan başka bir şey değilim

I

koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku püfür püfür esmesin mayıs rüzgarları

çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından

«yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu» yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu

inadına yapış yapış havada bir gülün kokusu kan kırmızı oturmuşum yüreğimin ortalık yerine nerdeyse iz basacak gözlerim avuçlarını aç

koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku bana çocuklar betimle sokaklarda büsbütün gülen kitapların yakılmadığı bir ülke adı söyle kütfen yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu

nerdeyse iz basacak gözlerim avuçlarını aç iki eli var insanın bayrak tutmak için biri

ötekini neye sayarsanız sayın bıçak mesela

 

kabına sığmaz uzlaşmaz bir eşkiya bıçak çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı bir gün mutlaka evet ama nasıl ey ütopya cehennem öfkeler yuttum gün yirmidört saat cennete çevirmek için güzelim yurdumu çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından

kan denizi uykulara kurşunlar çalıp düze ineceğim şu belalı başımı alıp eşkiya oğlu eşkiyayım duvar içre evet koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku

II

canım sana bu mektubu gözlerim dolu

yüreğim paramparça yazıyorum eline geçmeyecek biliyorum

tepeden tırnağa kedere battığım şu saat bilmek yetmiyor fakat

zulüm kanlı bir kene gibi başımda korkunç bir işkence sonrası

uzun sakallarımla oturduğum

dört ayaklı masamda

ne karanfil kokulu bir hemşirenin cebine benzeyen zarfım

ne zarfın gül yüzüne kösnül bir öpücük gibi konduracak pulum ne de sigara kâğıtlarının dar boyutlarında başıboş

bir hoş

koşturacak kalemim var

yokluk özrümü kabul etmiyor satır satır karıştı kanıma bir kere kitap

ve ben metris direnişi içinden gözlerimi ısırarak elimi kanlı etime basarak

yazıyorum bu mektubu

dur canım

hemen kaynayıp kabarmasın yüreğin bu yazdıklarım

yazacaklarımın ne ilki

ne sonu sarı saçlarını omzuna vurup

okuyamayacaksan mektubumu derim ki sana

 

sardunya kokulu balkonun kapısını aç

dağlara bak dağlar bir serin

dağlar bir derin

bir rahat

iyi dinlemeli dağları

kulak basıp dinler gibi tepinen karnını bir kadının duyuyor musun çatırdıyor

nerde bir zincir varsa kolunda insanın belki bu ses

parıldayan otuziki diş afrika karasında bu ses belki

dehşetli güzel bir özlemle beklediğimiz haberi melez avuçlarından üfüren

salvador’lu kardeşlerimin sesi belki kimbilir fakat hayır neden olmasın bu ses bizim dağlarımızın sesidir

bizim dağlarımız kendi esintisiyle savrulan genç kızlarımıza benzer ve bizim kızlarımız

korkunç bir sabırla tutuşan bacaklarını gizler gün gelir güneşli günlere yaslanarak

sıyırırlar eteklerini bellerine kadar bir anda

birdenbire bacakları arasından onbinlerce çocuk taşar kente düşün

bir anda

bir-den-bire

ülkemizde çocuk taşkını neyse canım

yaralıyım kanım azaldı

benzim bir güz yaprağı gibi sarardı oysa sana anlatacaklarım

anlatamadıklarım kadar çok sözü uzatmaya gerek yok

dinle iki gözüm

yüreğinle kafanla dimdik dinle yıl 1933

10 mayıs berlin

 

berlin’de faşizm kol geziyor

berlin sokaklarından yüzbinlerce kitap

opera alanına akıyor kitaplar yakılıyor

kitaplar be kitaplar

kitaplar hiroşima’lı çocuklar gibi yakılmazdan önce sermayenin gamalı uşağı goebels berlin üniversitesi önünde

kırkbin kişiye söylev verdi :

«alman düşmanlarının kitaplarını yakan ateş yüreklerinizde vatan sevgisini tutuştursun…» ve faşizm

dumanında boğulacağını bile bile

aç bir kurt gibi indi kitapların üstüne 1933 yılında

berlin opera alanı’nda kitaplar yakılacaktı inatçı yağıyordu yağmur koyu mavi gök delirmiş

yığıyordu öfkesini bulut bulut ve hitler ve flick ve krupp

yani açlık yani savaş yani faşizm oysa benim

ne berlin üniversitesi kapısından girmişliğim ne opera alanını sarsarak gezmişliğim

ne de bir hücre evinde kahrolarak goebels’i dinlemişliğim var radyodan

gene de mümkün değil acısını duymamak buruşup kalıyor ağzımda bak

sana söylemek istediğim en güzel söz bir düşün

kırkbin insan kirkbin çift el

ayak

göz

bu söylevi ağzı açık dinledi karşı yapının beşinci katında

genç bir soprano inledi

 

berlin berlin olalı

böyle kanlı bir gün görmedi o günden bugüne

senin yaşın benim yaşım artı çocuk yaşı zaman geçti

geçmedi fakat faşizmin korkusu çöreklenmiş toprağıma etime kanımı emiyor sürgit

kanımda boğulacak itoğlu it

çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı

bir gün mutlaka.. evet ama nasıl ey ütopya çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından şili şuramda yanılgı ve tarifsiz bir acı merhaba allende onurlu ölüm merhaba

su paredon CIA ve richard nixon

hayır sizin duvarınız evet su paredon (1) kastilya hançeri merhaba merhaba ispanya uzak asya vietnam merhaba merhaba ho amca kara öfkem mapusum mandela merhaba

size de merhaba plaza de mayo anaları şu güzelim dünyamızda savaş ve kıyım şu güzelim dünyamızda sömürü ve zulüm

şu güzelim dünyamızda işkence ve bin türlü cinayet yani emperyalizm yani yedi boğumlu akrep

yani şu güzelim dünyamızda gökyüzü kadar mavi gökyüzü kadar sonsuz bir özgürlük açana dek davacısıyım bütün kayıp çığlıkların

III

ince uzun kaşlarına devirip kuşkuyu «iyi ama nedir bu satır aralarında kanayan yıldız» diye sorma neyse yüzünde gülücük

gökte yıldız o bilmez miyim fakat neyleyim

kanlanıp kararınca mektubum kalmadı başka bir yolum

ve duyunca kitapların geceyi yırtarak gelen

o tarihsel çığlığını milyonların adına öfkemi kuşandım

 

koğuş duvarını ikiye ayırdım

çıktım dışarı

-hıncımı anlatabilsem sana

bir çocuk gibi kahırlanmak istiyorum bayramlık giysisi olmayan bir çocuk gibi

anlıyor musun

geçti bizden

biliyorum çocuk olamayız artık kar aklığını tanımadan saçımız tenimiz buruşmadan

ite kaka yaşlandık kahırlanmak istiyorum oysa bir çocuk gibi-

dışarda birbiri üzerine yığılı yatıyordu kitaplar koridor boyu uzanıp kıvrılarak akıyordu kan

tek bir acı dalgası vurmuyordu gözlerine sanki ellerimizden sökülüp götürülmemiş başları kesilmemiş karınları deşilmemiş de sanki okunuyormuş gibi güneşli ellerimizde ayaydınlık ve mutluydu yüzleri

elbet mutlu olacaklar ışıyacaklar elbet

gün yirmidört saat metris’te

kolay mı madrit’i yaşamak yeniden kolay mı bin küsur insanın

tutuklu elleriyle çıplak et diş tırnak

no pasaran diye haykırması (2) bin küsur insan

kaynayan kemik tutuşan et ve birer çift gözden ibaret

onsekizer kişiydiler koğuşlarında aralarında aşılmaz duvarlar vardı

aşılmaz duvarları sesleriyle aştılar haykırdılar durmamacasına haykırdılar külrengi raflarda göbeklerini açmış

harıl harıl direnişi yazıyordu kitaplar silahlı ve kalabalıktılar

duvarlar onlar adına yükseliyordu zincirler kilitler sürgüler

 

tank tüfek ve ölüm

ve bomba ve korku ve zulüm ve yeryüzünde ve gökyüzünde

bütün öldürüm silahları onlarındı bizim kenetlenmiş kollarımız

ve kavgasını vediğimiz kitaplarımız vardı erkekler uzun sakallıydı (3)

kızların al yanaklarında uzatacak sakalları yoktu yoktu ama

herbiri uzun soluk taşıyordu güvercin göğüsleri içinde üfürdükçe dağ

soludukça orman

yangınlı tepeler üzerinde rüzgarlı bulutlar uçarken dönüyordu tarihin tekerleği fırlayacak gibi milinden onlar etekleri ve saçları içinde tutsaklığı reddettiler

ve cephe gerisinden önümüze

feodal kafalarımızı kırarak geçtiler metris’in bir ucunda kızlar

bir uzunda biz mapus aramızda c blok var

c blok’un arka yüzünde arka yüzünün bir gözünde i n s a n s ı l a r yaşar

günde beş vakit secdeye varırlar yoldaşlarının kanında abdest alıp ve itirafnamelerini hatmederler korkunun rahlesine diz kırıp

biz görüşe giderken kızlar kollarıyla pencereden

yüklü birer dal gibi sarkar el ederler el ederiz

birini sana benzetirim severim çünkü hepsini seni sevdiğim kadar

IV

bir yerlerde bir şarkı söyleniyordur gitar telinde aşk tınısı

gümüş bir ay oturmuş gitar teline cırcır böcekleri ve yaldızlı kumlar kumda esrik kumda yalın ayak

 

dil diş dudak öpüşüyorlarken tam da dünyadan ve yurdumdan uzak yurduma ve dünyaya yakın

kan tadı gibi bir şey ağzımda omuzların üstünde üç maymun

neden

maymun göz maymun dil maymun kulak bunca önemli mi kirli havayı soluyor olmak ne demekse yemek içmek çiftleşmek uyumak korka korka kapkara umutsuz

ne demekse

sanıldığı kadar uzun değil tüfeklerin namlusu kurşunların menziline düşmeyen

gece dürbünlerinin kâr etmediği ölümlerin ve işkencenin kâr etmediği

bir yeri var alnımın hiçbir nalçalı çizme çiğneyemez umudumu sanıldığı kadar kolay bir iş değil bu

çekin şiirlerden arabesk gözyaşlarınızı

küçük burjuva kaçkınlarınızı alıp gidin romanlardan nerde benim sanatım hani o başkaldıran

liselim üniversitelim öğretmenim nerde nerde benim grevim grev gözcüm nerde bu işyerinde grev var ne güzel yakışırdı işyeri duvarlarına dayanışma pankartları

neden cesedimin yüzü kaçırılıyor annemden annemin çığlığını kimseler duymuyor neden dörtbir yanım galile galileo

nerdesin ey cordano bruno

el uzatımı kedi köpek ölüsü

bir de insan çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından

delirmek gibi birşey susun lütfen kaç lekesiz duvara yapıştı diktatör fotoğraf bilen var mı kaç göz kaç duvarda kurudu portreci ressam defol natürmort sen de

sen de daktilo tuşlarında şak-şak‘çı aydın

demiri döven ateşi eleyen el

nerdesin ey

 

iki eli var insanın bayrak tutmak için biri ötekini neye sayarsanız sayın bıçak mesela kabına sığmaz uzlaşmaz bir eşkiya bıçak kolların ucuna beyaz bir bayrak gibi çekilse de yatırsa da kendi gövdesini musalla taşına secdeye kapanıp kalksa da kendi ruhu için duaya yasak bir bildiri gibi taşınacak ceplerde elbet

o en mükemmel ürün ve o en mükemmel alet

ırmaktırlar belki sağnak yağmurları bekleyen denizdirler belki ufkunda kasırgalar gizleyen dağdırlar belki

kalkıp yürüyecek devdirler belki

belki bu yüzden topal karıncanın yürümesi duyuluyordu dışarda içerde

kızılca kıyamet kopuyordu

kendi ellerimizle kitaplarımızı vermezdik

buyurun alın

yırtın

yakın

diyemezdik

V

gün olmuş memedin yaşı yirmiyi bulmuş ağrı’dan kars’tan bitlis’ten van’dan

ak-lı kara-lı denizden doğu’dan batı’dan gelmiş gelmiş de metris’e gardiyan durmuş

ayışığı ve dumanlı düşleri arasından çekilip alındığı gündü elektrikli elektriksiz copu gördü bir ağaç köküne benzeyen elleri

neyin kavgasıdır bu pek aklı almadı delikanlılık da olsa serde

kanlı-bıçaklı sevdalara da düşse savunmasız birine eli hiç kalkmadı

kızarsa dertlenirse severse bir de

toy bıyıklarını çiğner

bir de ateşini karartmadan ucuz tütün içerdi

 

herşey erkekçe olsun isterdi isterdi fakat

metris’te emir

demir‘i daha bir keser metris’te askerlik ölümden beter günde iki tayın ekmeğe

bir kap nohuta bulgura

vatan millet sakarya

gardiyan memet silahı matarası

kaputu postalı gönlünde kırık sevdası

«çanakkale içinde aynalı çarşı ana ben gidiyom düşmana karşı»

memede benzemiyor sevgilim memedin yüzü yurduma dönük

yayla bakışları dumanlı ve sönük memet köyde

memet kentte işyerinde hapisanede her yerde

el uzatımı içimizden biri dostumuz kardeşimiz

sokak aralarında memet ışıklı bulvarda memet kavşaklarda memet

memet

toprağın yüreği nerde göğsünü parçalayacak

gibi atıyorsa

atacaksa

orada nöbete yatar

memedin elinde amerikan yapısı tüfek dağlarımızda ne arar

memet  memeeet süngünde ne var memet süngünde ne

 

çocuktur elinde sanki tahtadan tüfek takılı ucuna çakıyla yontulmuş erik dakı kentlerde tutmayla biter mi onsekiz aylık nöbet evlerin sokakların ötesi kırlar tepeler

ayak izleri kan damlası sargı parçası kar lapa cızırdayarak söner bir izmarit

ete bastırmış gibi ağacın kovuğu kurdun yatağı didik didik uykular tetik kaçılır kovalanır cana daralır kopup gelmiş sanki çocukluktan saklambaç o çukur senin bu ağaç benim patikaya dikkat zehir gibi kusar karaşafaklarına kar

senin de kurşunlara göre bir yüzün var

dağ büyük ağaç sık orman bir uğultulu kucak düşte tarhana çorbası düşte sımsıcak yatak

ey güzel gün ey büyük sabır ey korkunç hasret durdurabilir mi kar fırtınasını sıcacık bir düş kıyasıya üşümüş buzdan bir yontu gibi baksana tavşan kanı ılıcık akıp gitmiş uykusundan çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından vurulmuş da gencecik yana yatmış gibi bir dağ elin tetiğe bulaştığı yere kırağı düşmüş

kim duyar gürültüsünü ey güzel gün ey büyük hasret kavgadır biter biter bir yerde elbet

çocuktur elinde sanki tahtadan tüfek takılı ucuna çakıyla yontulmuş erik dalı yatırmış gövdesini tam onsekiz ay rehin öder borcunu gün sayarak parmak hesabı

alırlar sonra pusatını elinden cıscıbıl kalır tezkeresi ve belleğinde bir ömürlük masal

bir çalım uzatır bıyığını saçını sakalını kahvâne meclisinde adamdan sayılır

erik dalı sanır kan çoğalır kan geceye taşar

yıkılır birer birer

etten

ve kemikten yükselen barikatlar sayfalar savrulur sayfalar uçuşur

sayfalar kana bulaşır

sesler gelir bilmem kaç mapus yılı öteden

 

vıcır vıcır bir kırlangıç şafağı içinden duvar uzar

duvar yükselir kahrolası duvar

bu gelen sesler sorgulama sesidir bu gelen sesler insan olan insanı delirtir ince belli yağız bir attır öfke

toynakları altında gök mavi bir ova yayılır sarınır terine yemyeşil bir rüzgâr yelesini ayırır dolu dizgin sürersin kendini sorgu odasına

sorgu odalarından sarı saçlarını savurarak

sen de geçtin bir zaman korkma

ve anımsa

ağzında haykıracak çığlığı olanın bir serçe gibi koparılamaz başı

VI

kapının karşısında büyücek bir masa duruyor masanın üzerinde biri diğerine yabancı iki el

bir kıyım silahına yapışmış gibi terli ve soğuk iki maroken koltuk

boş bir araba lastiği ve falaka

ve önünde kör duvarın patlamış kara kumral tabanları

tırnakları dökük ayakların tavanda bir uzun askı demiri

askı demirinden kayışlar sarkıyor

inip kalkıyor

kalkıp iniyor

kayışlarda kadın ve erkek kolları irili ufaklı kum torbaları

çocuk yenleri gibi ıslak gözbağları

ve manyetoya bağlı kırmızı uçlu teller sopalı sopasız işkenceciler

ve diğerleri gece saat iki

birinci işkenceci gençten yakışıklı saçlarını ikiye ayırmış ortadan

 

bacaklarında paçası dar plili bir pantolon henüz toy eklemlerini birbirinden ayırmakta

parçalamadan bağırsaklarını bir insanı kazığa oturtmakta ve kaldırıp penceren atmakta

takılıp kalmasa aklına yatakta savruluşu sevgilisinin korkunç bir merakla bekleyecek sonunu işkencenin

ikincisi aksayan bacağıyla allahına yan bakar bir bit gibi kırsam

kadınsı omuzları üzerinde yükselen armut kafasını kilosu kadar insan

ve kitap

kanı akar üçüncünün en büyük merakı

akıma tutulan cinsel organların yaralı bir güvercin gibi çırpınması

sabaha kadar bulamazsa eğer bir insan ya kendinde deneyecek kırmızı uçlu teli ya bir tutuklu kaldıracak uykudan

bir yanından bakılsa

öbür yanı görünür dördüncünün ama her kitabı kırk düğümlü ipte

kırk kez sallandırmaktan yana fikrimce çok iyi biliyor

kime doğru uçmakta

«yayından fırlayan ok»

beşincinin yanıbaşında sürükleyecek bir gölgesi bile yok

 

nasıl büyükse cüceler ülkesinde gulliver öyle büyüktü odanın ortasında çakılı duran

gözleri bağlı üç kitap biri bilim

biri felsefe biri sanat

içlerinden biri bir yaprağını devirse üzerine cücelerin bir daha dönmemek üzere gömülürlerdi dibine tarihin besbelli bekliyorlardı büyük bir sabırla çalmasını o saatin

insan emeğine kan insan emeğine sömürü bir sülük gibi yapışınca başladı kitap kıyımı

 

isa’yı babasız isa’yı allem kallem

doğurmanın sırrını bulmazdan önce meryem yani isa

babasını inkâr gelmezden çok önce

kötü yola sürüklediği gerekçesiyle gençleri öldürüldü aristofanes

havaning adlı cüce başlatmak için uygarlığı kendisiyle ne varsa silip süpürdü çin’den

ne kaldı geriye fırat kıyılarında havari’nin yaktırdığı kitaplardan biraz kül biraz duman..

yüreğimde cehennem yangını

homeros konfiçyüs augustus şair dedem ovidius boccacio dante montaigne remarque böll einstein marx engels lenin

gökçe nazım hasan hüseyin ve daha binlerce güzelliğim yakıldı

yırtıldı yasaklandı

ve kapatıldı ardına demir kapının silahlar yasaklanmadı hiç

öldürmek öldürülmek yasaklanmadı sorgu odaları cezaevleri darağaçları yasaklanmadı sömürgeleştirmek zincirle doğmak zincirle büyümek

bir gün olsun gülemedim demek yasaklanmadı yasaklanmadı legal yarı-legal illegal açlık tekelcinin dünyası savaş yasaklanmadı yasaklandı fakat kitaplar

insan emeğine kan insan emeğine sömürü bir sülük gibi yapışınca başladı kitap kıyımı

 

en önce ucuz bir roman kapağı içinde

ne yapmalı duruyordu

iliç belki bu duruma

geniş alnını kaşıyarak gülüyordu

günsel sen güzelim kadın (4) nasıl da hırslısın çakmak çakmak iki elinle bastırsan patlayacak binbir umutla büyüyen karnın

sen bile dayanamadın ellerimizden sökülüp koparılmana oblomov hımbıl adam (5)

hırkanı atıp kalktın ayağa

bir yıldız gibi kayardın gavroche (6) geceleri paris sokaklarında

paris’in sokakları senden sorulurdu paris’in sokaklarında barikatlar kurulurdu anımsa paris’te halk ayağa kalkmıştı fakat ellerinde bir tüfekleri kalmıştı avına kanatlanan bir şahin gibi sen

tepeden tırnağa isyan tepeden tırnağa yürek atıldın düşmandan koparmak için birkaç tüfek vurulup düştün sokakları düştü paris’in

küfret gene küfret gavroche küçüğüm argo dilini sevsinler senin

bin erkek altından kızoğlankız kalkan oynak kalçalı tereza (7) şafak ucunda gecenin

hedefini şaşmaz tükrüğünü bir mermi gibi yapıştır ablak yüzüne işkencecinin

akhilleus peleus’un oğlu savunuyor diye troya’yı

dur öldürme hektor‘u hektor bir yiğit adam sen de inat etme Paris kimi seviyorsa helena

sunsun ona şarabı elinden hermes haber ulaştır zeus’a poseidon apollon athene ares

 

ey tanrılar durdurun savaşı akhalılar troyalılar gelin tunç kargınızla kalkanınızla

bükülmez bileklerinizle gelin

gelin hep birlikte gömelim işkenceyi

ülkesinde hodes‘in julius fuçik

ibrahim

çilemiz bitmemiş bitmemiş kardeşim

 

VII

sevgilim çilemiz bitmemiş delirecek şu duvar küçük küçük adımlıyordun yasak bir afiş gecesini konuşmasını öğreniyordu insandan önce duvar vurup duruyordu caddeye serseri bir ayaz

çılgın gibi bütün ağaçlar nisan sonu muydu?

aklımı-fikrimi çelmiştin bir gelincik açmıştı içimde toyluk işte bayram yerine gider gibi gelmiştin anımsa kırmızı boyun atkımı dolamıştım boynuna

kınından fırlamış bir bıçak gibi aykırı güzeldin bir gelincik açmıştı içimde aklımı-fikrimi çelmiştin bir gelincik kanatılmıştı sonra kan kırmızı

ayaklarım bir durak erkene almıştı geleceğin yolu

ne bilsin pusu son buluşmamıza ihanetle kurulmuştu

ayrılık bozkır gecelerine kalkan tren gibi bir çığlık göğsüne göğsümün şeklini basıyordum

öpüşüyorduk pusu patlıyordu üstümüze ihanetle kurulan sen karanlığa koşuyordun

ay buluta

kasıklarımda kan kuruyordu ay buluta koşuyordu çıkmadı aklımdan saçlarını rüzgâra yatırışın

kapanıp kalmışım beşiktaş’ta bir balıkçı tezgâhına ellerimin altında ıslak bir kedi miyavlaması

bir tekme buldu ağzımı dişlerimi tükürdüm ihaneti alıp koydular karşıma seni sordular ihaneti ülkemi seni ve ölümü düşündüm

 

yağmurun tıpırtısı gibi kesildi ayak seslerin

ay buluta girdi dedim içimden ay buluta girdi

kaç yaşındaydım yirmi hayır yüz belki bin rüzgâr gibi öfkeydim asıldım askı demirine pencereden sarkıttılar inkâr deldim adımı şakağımda tabanca alıp götürdüler bir ıssıza

ay buluta girdi dedim içimden inkâr geldim adını münferit filanmış işkence ne büyük yalan

obur köpekler gibi bacaklarımın arasında ceryan

«bana bir aşk masalından şarkılar söyle» insan ne garip şeyler düşünüyor işkencede bir kitabın denizlerine inerdik olur olmaz

iskandil düşürerek varırdık hedefe kürek kürek zorlu birer kartaldık kanat veren gök fırtınalara biliyorum o tren bir daha uğramaz o gara

bir sır gibi saklanacak son buluşması dudaklarımızın çığlığıma çığlıklar bulaşıyor yan odadan

çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından bir el gelip yapışıyor göğüslerine kızın

sunmak için cehennem ağzına elektrik telinin ayak parmakları el parmakları yani aşk tarağı sorgucu sorar sorular sorar gün uzar gece uzar çocuk çığlıkları gelir bir sokak öteden

anne olamayacağı düşer kızın aklına aşk yuvası yıldırım düşmüş bir kovuk

bir gün mutlaka evet ama nasıl ey ütopya oyuncak tren yürütür bir evde bir dolu çocuk

gözler trende gözler ray dönemeçlerinde vuut vuut hayır bu vapurdu tren uzun geceler gibi bir çığlık biliyorum o tren uğramaz bir daha o gara

bu kollar bir daha dolanamaz boynuna biliyorum

radyatör demirine bağlı bileğimdeki kelepçenin bir halkası bir halkası güzel günlere

yok bunun ortası

içimde harman sarıları vızır vızır oğul arıları içimde bataklık kuşları leş kargaları

içimde tank paletleriyle ilerliyor ihanet

en amansız stalingrad savunması beynimde

bir ucu öldürülmek işkencenin belki kalır belki kalmaz adın öteki ucu ihanet adın yapışıp kalır belleğine halkın

 

ayaklarımın dibinde çırpınıyor ağzımdan boşalan kan çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından

en savunmasız en masum anılarımı yokluyor belleğime bir sıçan gibi sokulan el

inadına geliyor aklıma unutmak istediklerim

ihanetin menziline girmeyen bir yeri var fakat direncimin bir kilim gibi katlayıp yaktım geçtiğim bütün yolları kimliğim ve allahım yoktu sanki hiç yaşamamıştım

kimliğim ve allahım yoktu sanki hiç yaşamamıştım ekmek yasak su yasak düşlerimde serin bir ırmak

kalkar yanıbaşımdan bir kere kalkmaya görsün halk güneşli günleri alıp eline göz gez arpacık

bir kere kalkmayagörsün… susuyorsa darılma uyanmamak üzere dalıp gitmek bir uykuya uyuma ulan uyuma ulan ‘lan ‘lan

anneni var ya anneni… hani baban…

annem benim

seni de soruyorlar kardeşim seni de sevgilim sözcüklerle soyuyorlar sizi tarifsiz iğrenç kurşun döküyorlar beynimin ortalık yerine çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı bir gün mutlaka… sesli konuş ey ütopya vakitsiz ötüyordur şimdi kumrular kırlangıçlar vıcır vıcır kırlangıçlar saçak altı

hercai menekşeler gecede kaç renk gözlerimde kaç delirecek şu duvarlar mümkünü yok

VIII

güneşten topraktan senden ve kitaptan uzak hangi sözcüğü kaldırsam altında bir kundak

sinsi bir bıçak kolluyor en masum düşlerimi oturmak istiyor yanağımın çukuruna örümcek belki bu yüzden yangın gibi birşey ağzımda

herşey benim dışımda herşey benden uzak

ey ütopik hamak ne kadar sıcaksın ve ne kadar rahat peki ya neden güzel günler derken ben

birdenbire tüfekleşiyor elimde kalem kıyıları koyları yumuşak başlı dağları sevmiyor muyum eskisinden çok

her dalından yaşam ağacının

koparmayı istemiyor muyum güzel bir an

 

bir sana bir bana kardeş kardeş dünyamızı düşlemiyor muyum ranzama sırtüstü uzanıp

düşlüyorum istiyorum seviyorum fakat düşlemekle istemekle değişmiyor bu hayat değişmiyor canım

türkçemizin en güzel en sert ve en yumuşak

sözcüğü direnmek’i öğrenmeden büyük karflerle

yaşayarak şimdi sen uykunun en derininde

kavganın en serininde olabilirsin

bir kurşunun önünde kurşundan hızlı kaçabilirsin aldı alacaktır canını yaktı yakacaktır saçını

ve belki herkes kapatmıştır sana kapısını ve belki senin hiçbir kapıyı çalamıyor elin fakat şundan emin ol ki sevgilim ayaydınlık bir kitap gibi

sayfalarını savura aça

metris içinden İstanbul’a sarkan çığlığımıza bakıyor güzelim bir dünya

 

 

1*su paredon : sizin duvarınız… ABD emperyelizmi 40’lar Komitesi ve CIA eliyle Şili’de karşı devrimi örgütlerken, Allende iktidarının Şili Halkını kurşuna dizeceğini propoganda ediyor, karşı-devrimciler de duvarlara «su paredon» yazıyorlardı.

2*no pasaran : geçemeyecekler… Madrit direnişi sırasında direnişin simgesi olan söz.

3*1983’ün Mart, Nisan, Mayıs aylarında, Metris cezaevinde, «sakal direnişi» adıyla anılan, sakal-bıyık kesmeme eylemi vardı.

4*günsel : Vedat Türkali’nin «Bir Gün Tek Başına» adlı romanındaki baş kadın tipi.

5*Oblomov : Gonçarov’un «Oblomov» adlı romanındaki baş kişisi. 6*gavroche : V. Hugo’nun «Sefiller» adlı romanındaki genç çocuk. 7*tereza : J. Amado’nun «Tereza Batista» adlı romanındaki baş kadın kişi.

 

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2008

Bunu paylaş: